Türkiye’nin denizden iki komşusu arasındaki savaşın ilk yılı sona erdi. Rusya ile Ukrayna’nın aralarındaki anlaşmazlığı yakın gelecekte barış masasında sonlandıracaklarına dair bir emare yok. Savaştaki can kayıpları, kimin ne kadar toprak kazandığı ya da kaybettiği, savaşta ne kadar asker, tank, uçak, top kullandığı gibi istatistiki bilgilerin önemini inkâr edemeyiz. Ama bu yıl dönümünde rakamlardan ziyade gözlerimizin önünde cereyan eden hadiseyi uluslararası ilişkiler sistemi bakımından değerlendirmeye daha çok odaklanmalıyız. Ben bu değerlendirmeyi altı madde hâlinde yapacağım.
Her şeyden evvel, savaş Birleşmiş Milletler sisteminin çatışmayı önlemek ve barışı muhafaza etmek konusundaki yetersizliğini çok net şekilde ortaya koymuştur. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 10 yıldır, Başkan Biden’ın ise geçen yıl dile getirdiği gibi “BM reforma muhtaçtır.” Söz konusu dönüşüm ve yenileme BM Güvenlik Konseyi’ni de kapsamalıdır. Sadece bir daimî Güvenlik Konseyi üyesinin eylemlerinin değil, Güvenlik Konseyi’nin daimî üyesi olmayan ama bir daimî üye tarafından desteklenen devletlerin eylemlerinin hukuka uygunluğunu da temin edecek mekanizmalar kurulmalıdır. Bir ülkenin başka bir ülkenin işgaline uğramasını 21. yüzyılda önleyecek yepyeni bir barış düzenine duyulan ihtiyaç artmaktadır.
İkincisi, “vekâlet savaşı” kavramının Soğuk Savaş yıllarına has olmadığı görülmüştür. Hâlihazırda iç içe geçmiş vekâlet savaşları yaşanmaktadır. Hiçbir şüpheye mahal vermeyecek şekilde, ABD ve birçok Avrupa ülkesi Rusya’ya karşı bir vekâlet savaşı yürütmektedir.
Bu ülkelerin Ukrayna’ya verdiği desteği kendi yaşamsal çıkarlarına bir tehdit, hatta saldırı olarak değerlendiren Rusya “vekâletin ötesinde, kendisine doğrudan bir saldırı olduğunu zaman zaman iddia etmektedir. Diğer yandan, Batı’nın Rusya üzerinden Çin’e karşı da bir vekâlet savaşı yürütmekte olduğu söylenebilir. Belki de bu savaş, bu yüzyılın ortalarına kadar yaşanabilecek olan ABD-Çin çatışmasının provasıdır. Söz konusu “çifte vekâlet savaşının” Batı açısından nihai hedefi, 16. asırdan itibaren aşama aşama inşa edilen ekonomik-siyasi ve askerî Batı hegemonyasının devamını temindir. Rusya, Çin ve elbette Hindistan ise yeni bir küresel güç denklemi kurmanın peşindedir.
Üçüncüsü, nükleer savaş ihtimali son 33 yıldır ilk kez bu kadar yüksektir. Yakın geçmişte, İran’ın nükleer programıyla ya da Kuzey Kore’nin füze denemeleriyle ilişkilendirilen nükleer tehdit algıları bazı bölgelere mahsus kalmış iken şimdiki tehdit Kuzey denizinden, Pasifik’e dünyanın neredeyse
yarısıyla ilgilidir. Son 33 yıldır hiçbir zaman “gerekirse nükleer silahlara başvururuz” cümlesi geride bıraktığımız bir yılda olduğu kadar tekrarlanmamıştır. Öncü sarsıntılarım yaşadığımız büyük hesaplaşmanın nükleer silahların kullanılmadan yürütülebilmesi mümkün değildir.
Dördüncüsü, güç dengesi işlemektedir. Kendisine karşı “vekâlet savaşı yürütüldüğünü” gözlemleyen Rusya ile ABD’nin ulusal güvenlik stratejisinde “yarı rakip / yarı düşman” olarak tanımlanan Çin arasındaki stratejik iş birliği artmaktadır. ABD’nin Doğu Avrupa, İskandinav ülkeleri ve Japonya yoluyla Rusya üzerinde kurmaya çalıştığı baskıya Rusya ve Çin, İran ve Güney Afrika yoluyla karşılık vermektedir. Önümüzdeki aylarda, Latin Amerika’dan Pakistan’a uzanan çok geniş bir alanda Rusya ve Çin ile stratejik iş birliğine girecek ve ortak tatbikatlar yapacak yeni ülkeler görmek ihtimal dâhilindedir. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yapılan ve Rusya’yı eylemlerini sona erdirmeye davet eden karar oylamasında, “red” oyu verenlerden ziyade “çekimser” kalanların hangi ülkeler olduğunun iyi analiz edilmesi gerekir. Öte yandan ABD ve İngiltere’nin; Rusya’nın eylemleri sayesinde kendi saflarını sıklaştırdığı, Almanya’nın Rusya ve Çin ile olan ilişkilerini bozmasını temin ettiği, İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya üyelik başvurusunda bulunmasını teşvik ettiği ve Avrupa’da yeni bir silahlanma furyasından büyük ölçüde yararlandığı da unutulmamalıdır.
Beşincisi, ekonomik ve siyasi yaptırımların zannedildiği kadar etkili olmadığı bir kez daha doğrulanmıştır. Yıllarca İran’ın çeşitli tutumlarından vazgeçmesini temin edemeyen “ambargolar”, Rusya için de sınırlı etki doğurmuştur. Diğer yandan, Rusya’nın da AB ülkelerine karşı elinde olduğu düşünülen “enerji sopasının” fazlaca abartıldığı ortaya çıkmıştır. Birçok strateji uzmanının iddia ettiği gibi Batı’nın ambargoları ve Rusya’nın kesintileri her iki tarafta da ciddi sıkıntılara yol açmış ama yine birçok strateji uzmanının tahmininin aksine tarafların diz çökmesiyle sonuçlanacak devasa felaketleri şimdilik doğurmamıştır.
Son olarak, krizin ilk gününden itibaren “iki komşusunun bir an önce çatışmaya son vermesi” için samimi gayretler gösteren tek ülkenin Türkiye olduğu görülmüştür. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Nobel Barış Ödülü için birçok ülke tarafından aday gösterilmesinin başlıca sebebi Rusya ve Ukrayna nezdinde kısmen karşılık bulan ama ABD ve İngiltere başta olmak üzere Batılı devletlerin “savaşın sürmesinden yana ortaya koydukları tavırdan dolayı” henüz neticeye varamayan bu içten çabalarıdır.