Küresel gündem toz duman içinde. Uluslararası ilişkilerin konu başlıkları ve onların önem sıralamaları belki de son 30 yıldır hiç böyle hızlı değişmemişti. Strateji uzmanları içinden geçmekte olduğumuz döneme, “çoklu-kriz / polikriz” dönemi adını yakıştırmışlar. Sahiden de pandeminin etkileri henüz devam ederken Rusya-Ukrayna krizi çıkıverdi. Onun tetiklediği gıda ve enerji istikrarsızlıkları büyüyor. Çin’in ABD ile rekabeti giderek askerî bir nitelik almaya başlarken, Hint-Pasifik alanında yeni ittifaklar yükseliyor. Sis perdesi kalınlaşırken, kimse geleceği öngöremiyor.
Böyle bir manzara varken ABD Başkanı Biden ülkesinin 2022 yılı Ulusal Güvenlik Stratejisini ilan etti. Ekim ayında kamuoyuyla paylaşılan bu belge bir yandan ABD’deki ara seçimlerin, diğer yandan da Ukrayna gelişmelerinin gölgesinde kaldı. Hem dünya hem de bölgemiz açısından önemli etkileri olabilecek bu stratejiyi ana hatlarıyla incelemek gerekir. Esasen 1990’ların ortalarından bu yana ABD’nin ulusal güvenlik stratejilerinde hep aynı tema işleniyor: “Küreselleşme ABD’nin çıkarınadır ve buna karşı olan revizyonist devletler durdurulmalıdır.” Bu tema süreklilik arz ederken, yönetimde Cumhuriyetçi mi yoksa Demokrat mı bir başkan olduğuna bağlı şekilde, yöntemde farklılıklar ortaya çıkabiliyor. Cumhuriyetçi başkanlar daha tek başlı ve askerî gücü öne çıkaran bir retorik tuttururlarken, Demokratlar ise çok taraflı iş birliklerinden, ittifakların öneminden ve yumuşak güç unsurlarından dem vuruyorlar. Biden’ın stratejisinde de bu kural değişmiyor. 2022 Stratejisi çok çarpıcı bir tespitle başlıyor: “ABD ve dünya için belirleyici olacak bir on yılın başındayız.” Ardından bir tespitle daha devam ediyor: “Soğuk Savaş sonrası dönem kesinlikle sona ermiştir. Bundan sonra olacakları şekillendirmek için büyük güçler arasında bir rekabet yaşanmaktadır.” ABD’ye göre “büyük güçlerin birbirleriyle rekabeti sürerken, sınır aşan özelliklere sahip iklim değişikliği, gıda kıtlığı, salgın hastalıklar, terörizm, enerji kaynaklarının eksikliği ve enflasyon gibi problemlerin tüm dünya açısından giderek daha büyük tehditlere dönüşecektir.” Dünyanın daha istikrarsız ve bölünmüş hâle geldiği bir ortamda, güçlü ve kararlı bir Amerikan liderliğine dünyanın hiç olmadığı kadar çok ihtiyacının olduğu tezinin savunulduğu stratejide, ABD’nin dünyanın en güçlü devleti olduğunun altı çiziliyor. Stratejiye göre ABD’nin ekonomisi, nüfusu, inovasyon yeteneği ve askerî kapasitesi her gün büyürken, Amerika’nın liderliğinin en önemli kaynağını ise “miras kalan ulusal güçler” oluşturuyor. Kimsenin “boy ölçüşemeyeceği” bu güçler, “özgünlük, dayanıklılık, Amerikan halkının kararlılığı, Amerikan değerleri, çeşitlilik, demokratik kurumlar, teknolojik liderlik, ekonomik dinamizm, Amerikan diplomatları, kalkınma profesyonelleri, istihbarat topluluğu ve ordu” olarak sıralanıyor. Neredeyse kurulduğu günden bu yana Amerikan başkanlarının sürekli diri tuttuğu “bilindik hikâyeyi” Biden da tekrar ediyor: “Dünya demokrasilerle otokrasiler arasında bölünmüştür. ABD demokrasilerin lideridir.” Bu yaklaşım, “ABD kadim tiranlıklara karşı Batı yarıküresinin taze demokrasilerinin yanındadır” diyen James Monroe’da da, “esir halklar-hür dünya” ayrımı yapan Dvvight Eisenhovver’da da, “Liberal demokrasiler – şeytan imparatorluğu” karşılaştırması yapan Ronald Reagan’da da, “iyilik güçleri – şer ekseni” kavramlarını literatüre kazandıran George W. Bush’da da vardı. Yani, “bir yanda kötü kızılderililer, diğer yanda kahraman kovboylar” yaklaşımı ABD’nin dünyayı “siyah-beyaz” görme alışkanlığı, “ya benimlesin, ya karşımdasın” pervasızlığı yıllar geçse de varlığını sürdürüyor. “Uluslararası hukuku hiçe sayan ve saldırgan” Rusya ile, ekonomik gücünü sinsice kullanarak dünyaya yayılan Çin’in Amerikalıların çıkarlarına tehdit oluşturduklarının açıkça belirtildiği strateji, ABD’nin küresel siyasetteki amacını “özgür, açık, müreffeh ve güvenli bir uluslararası düzen kurmak” olarak aktarıyor. Bu hedefe ulaşmak için, Amerika’nın gücünün ve nüfuzunun araçlarına yatırım yapılacağının vurgulandığı stratejide; ortak tehditlerle başa çıkabilmek için mümkün olan en geniş ittifak ve iş birliği ağının oluşturulacağı ve ordunun büyük güçlerle stratejik rekabeti dikkate alarak kuvvetlendirileceği de ifade ediliyor. Biden stratejisini altı “temel sütuna” dayandırıyor: 1) Dış / İç politika ayrımı yoktur; 2) İttifaklar ve ortaklıklar çok önemlidir; 3) Çin en önde gelen jeopolitik rakiptir; 4) Dünyayı stratejik rekabet prizmasından görmeyeceğiz, her ülkeye kendi şartlarını kabul ederek davranacağız; 5) Küreselleşme Amerikalılar için fırsatlar ve tehditler sunmayı sürdürüyor; 6) BM’nin yeni dönemin şartlarına göre reforme edilmesi gerekiyor. Bundan öncekiler gibi bu stratejinin de en büyük zaafı, “Batılı gelişmiş ülkelerin” mütecanis bir bütün hâlinde, ABD’nin liderliğini “gönüllü” olarak kabul ettiklerine “iman” etmiş oluşu. Bu zaaf da beraberinde, yanlış hesapları ve ulaşılması mümkün olmayan hedefleri getiriyor. Milyarlarca insanın Vaşington’un samimiyetinden duydukları kuşkular da cabası. |