Almanya’da 26 Eylül’de genel seçim yapılmıştı. Maliye Bakanı Olaf Scholz’u başbakan adayı olarak belirleyen koalisyon ortağı Sosyal Demokrat Parti %25,7 ile sandıktan birinci parti olarak çıktı. Genel Başkan Armin Laschet’i başbakan adayı gösteren Hıristiyan Demokrat Parti ise -küçük ortağı Bavyera Hıristiyan Sosyal Birlik Partisiyle (CSU) birlikte- %24,1 oy aldı. Sosyal Demokrat Parti, 2013’ten bu yana 3. ve 4. Angela Merkel hükûmetlerinde ortak oldukları Hıristiyan Demokratlarla değil muhalefetteki Yeşiller ve Hür Demokrat partileriyle koalisyona girmeyi tercih etti. Son genel seçimde Yeşiller %14,8, Hür Demokratlar ise %11,5 oranında oy almışlardı. Seçimden 59 gün sonra üç parti arasında bir koalisyon için mutabakata varıldığı geçen hafta içinde açıklandı. Sosyal Demokratlar kırmızıyı, Yeşiller yeşili, Hür Demokratlar da sarıyı partilerinin rengi olarak seçtiklerinden ortaya çıkan koalisyona trafik lambası koalisyonu yakıştırması yapıldı.
Üç parti yetkililerinin üzerinde mutabakata vardığı koalisyon programının şimdi partilerin yetkili organlarında onaylanması gerekiyor. Aşağı yukarı iki haftalık bir süre sonunda 6 Aralık’ta Olaf Scholz’un şansölyeliğinde yeni hükûmetin çalışmaya başlaması bekleniyor.
Söz konusu olan ülke, Avrupa Birliği’nin -Fransa ile beraber- iki lokomotifinden biri olan Almanya olunca, yeni hükûmetin Türkiye ile ilişkilere nasıl yaklaşacağı ister istemez büyük önem kazanıyor. Zira trafik lambası koalisyonunun Türkiye politikası sadece Almanya’nın değil, Avrupa Birliği’nin de Türkiye ile ilişkilerine yön verecek. Koalisyon programı bize hiç olumlu bir mesaj vermiyor. Üç parti Türkiye’nin NATO ve AB için önemli bir ortak olduğunu kabul etmekle birlikte, Türkiye-AB katılım müzakerelerinde yeni bir fasıl açılmayacağını ve bugüne kadar açılmış olan fasılların da kapatılmayacağını çok açık bir dille kayda geçirdiler. Yani trafik lambası Türkiye için kırmızı yandı.
AB katılım müzakerelerinde en son faslın 2016’nın haziran ayında açılmış olduğunu, müzakerelerin başladığı 2005’ten bu yana sadece bir faslın kapatıldığını bilenler için yeni Alman hükûmetinin bu tutumu sürpriz olarak görülmeyebilir. Fakat Merkel hükûmetlerinin resmî tutumunun müzakereleri sürdürmek şeklinde olduğu düşünülürse, üçlü koalisyonla birlikte, gayriresmî ve fiilî durum ile resmî durumun birbirleriyle örtüştüğü söylenebilir. Bu ise yeni Alman hükûmetinin bu kararıyla müzakerelerin âdeta askıya alındığının en net göstergesidir.
Üyelik müzakerelerinin teknik yönünü bilenler, “müzakerelerin askıya alınmasının ancak AB Konseyi’nin kararıyla” olabileceği değerlendirmesini yapabilirler. Almanya’nın bu kadar açık şekilde karşı çıktığı bir sürecin esasen mefluç olduğunu, dolayısıyla ayrıca bir de Konsey kararına gerek olmadığını herhâlde kimse inkâr edemez.
O hâlde ne yapmalı? Bir sonraki Almanya seçimine kadar bekleyerek Türkiye’nin AB üyeliğine, en azından kâğıt üzerinde yeşil ışık yakacak bir hükûmetin gelmesini mi ümit etmeli? Yoksa, bir büyük kriz yaşanmazsa en az önümüzdeki 3 yıl boyunca ülkeyi yönetecek olan bu üç renkli hükûmetin Türkiye’ye yaklaşımını bir veri kabul ederek, onun üzerinden yeni bir Türkiye-Almanya ve Türkiye-AB ilişkileri modeli için mi çalışmalı? Ben ikincisini tercih ederim. Zira, bir elin parmakları kadar ülke dışında AB üyelerinin büyük çoğunluğunun Türkiye’nin üyeliğine karşı çıktığı, Fransa ve Almanya gibi iki lokomotifin tavırlarını net şekilde ortaya koyduğu bir iklimde kendimizi sanki müzakereler devam ediyormuş gibi kandırarak yola devam etmek anlamlı değil.
Ankara yıllarca “masadan kalkan taraf biz olmayacağız”, “ilişkilerin fişini biz çekmeyeceğiz” gibi ifadeler kullanarak Avrupa Birliği ile iyi niyete dayalı ve “kazan-kazan” anlayışının hâkim olduğu bir ilişkiyi sürdürmek istediğini dile getirdi durdu. Fakat AB üyelerinin başkentlerinin çoğundan Türkiye’nin bu yapıcı tutumuna olumlu karşılık gelmedi. Fransa, Avusturya ve Hollanda’nın başını çektiği Türkiye’ye ret cephesine artık Almanya da resmen eklenmiş oldu. Böyle bir ortamda son beş buçuk yıldır yaprak kımıldamayan tam üyelik müzakereleri konusunda ısrarcı olmak beyhude zaman kaybından başka bir şey değildir. Türkiye’nin hak ve menfaatlerine zarar vermek isteyenler, “AB’ye aday ülke” oluşundan azami surette istifade etmeye çalışmaktadır. Yunanistan ve GKRY’nin AB platformlarındaki pervasız davranışlarının motivasyon kaynaklarından biri de Türkiye’nin “boşa kürek çekse de” hâlen aday ülke oluşudur.
Türkiye’nin yapması gereken; Gümrük Birliği’nden güvenliğe, iklim değişikliğiyle mücadeleden düzensiz göçe kadar birçok konuyu ihtiva edecek şekilde katmanlandırılmış ve güçlendirilmiş yepyeni bir stratejik ilişki modelini AB ile kurgulamaktır. Bu yapılmadığı takdirde, AB Türkiye için giderek kronik bir sorun alanına dönüşecek, karşılanmayan üyelik beklentisinin husule getirdiği derin hayal kırıklığı, sadece siyasi değil ama aynı zamanda iktisadi ilişkilerimizin de zedelenmesine yol açabilecektir.