Terörle mücadele ve meşru müdafaa (31.03.2019) Türkiye Gazetesi

Uluslararası hukukta bir devletin diğerine karşı kuvvet kullanması yasaklanmıştır. Bu genel kuralın iki istisnası mevcuttur. Biri, barışı ihlal eden bir devlete karşı Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi’nin aldığı karara dayanarak kuvvet kullanılmasıdır. Bu çerçevede BM Antlaşması’nın VII. Bölümünde düzenlendiği şekliyle, Güvenlik Konseyi’nin kararlaştırdığı yaptırımların saldırganı durdurmak ve barışı tesis etmek konusunda yetersiz kalması durumunda, uluslararası barış ve güvenliğin yeniden temini için kara, deniz ve hava unsurlarının kullanılacağı silahlı operasyonlar yapılabilir.
 
Kuvvet kullanma yasağının ikinci istisnası ise kamuoyunda meşru müdafaa hakkı olarak bilinir. BM Antlaşması’nın 51. Maddesinde, her devletin kendisine yönelmiş bir silahlı saldırıya, tek başına ya da müttefikleriyle birlikte mukabele etme hakkı olduğu ifade edilmektedir. Uluslararası hukuka göre, öz savunma her devletin devlet oluşundan kaynaklanan ve sorgulanamaz tabii bir haktır. Saldırıya uğrayan bir devlete, neden saldırgana karşı koyduğu sorulamaz. 51. Madde saldırıya uğrayan devletin durumu BM’ye bildirmesini ve BM Güvenlik Konseyi’nin alacağı kararlara göre davranmasını da düzenler.
 
1945’ten bu yana meşru müdafaa konusu güvenlikle ilgili temel uluslararası hukuk metni olan BM Antlaşması’nın bir parçası olmakla birlikte, geçen 74 yıl zarfında uygulamada ciddi farklılıklar ortaya çıkmıştır.
 
Temel tartışma, saldırganın kim olduğu ve yapılanın saldırı fiili olup olmadığı üzerinedir. Mesela Kore Savaşı’nda, Kuzey’in mi yoksa Güney’in mi ilk saldırgan olduğu çok tartışıldı. SSCB’nin toplantıları boykot ettiği sırada Güvenlik Konseyi, Kuzey Kore’nin saldırgan olduğu tespitini yaptı. Ardından da BM Güney’i korumak için bölgeye askerî güç gönderilmesini kararlaştırdı. Takip eden uzun yıllar boyunca farklı devletler arasında birçok silahlı çatışma yaşanmasına rağmen BM bir daha benzer bir karar alamadı. Ağustos 1990’da Irak Kuveyt’i işgal ettiğinde, bir kez daha silahlı güç kullanma kararı alan BM Güvenlik Konseyi son 39 yıldır ise saldırıya uğrayan devletlere yardım konusunda adım atamadı. Bu durumun en önemli sebebi, ya barışı ihlal edenin Güvenlik Konseyi’nin daimî üyeleri tarafından korunması ya da saldıranın bizzat daimî üyelerden biri olmasından kaynaklandı. Başka bir deyişle, veto imtiyazına sahip olanlar BM’nin kimin yanında olacağına karar verdiler.
 
Diğer yandan, saldırganın bir devlet olmaması durumunda saldırıya uğrayanın kendisini ne şekilde savunacağı konusunda da BM 1945’ten bu yana çelişkili tutumlar sergiledi. Terör örgütleri ve/veya devlet dışı silahlı aktörlerce hedef alınan devletlerin meşru müdafaa hakkı; saldıranın kimin güdümünde ve saldırıya uğrayanın da hangi devlet olduğuna bağlı olarak farklı şekillerde yorumlandı. Bilhassa Güvenlik Konseyi üyelerinin, terör örgütü tanımı üzerinde görüş birliğine varamamaları, terör örgütlerinin hedef aldığı devletlerin mağduriyetini derinleştirdi.
Bu noktada, devletlerin kendi vatandaşlarının ve sınırlarının güvenliğini temin etmek için terörle mücadelelerinin BM Antlaşmasının 51. Maddesinde tanımlandığı şekliyle bir tabii öz savunma hakkının çok ötesinde, devlet olmanın tanımında yer alan, olmazsa olmaz bir unsur olduğunu düşünüyorum.
 
Bir devletin diğerine saldırısıyla, terör örgütünün bir devlete ‘saldırısı’ aynı kavramla ifade edilebilir mi? Her iki fiil de ‘saldırı’ kelimesiyle tanımlanabilir mi?
 
Terör örgütünün yaptığının adı ‘terör eylemi’dir. Dolayısıyla, terör örgütlerince hedef alınan devletler, bu örgütlerle mücadelelerini BM Antlaşması’ndaki öz savunmaya meşruiyet kazandıran 51. Madde ki ‘şayet bir silahlı saldırı vuku bulursa…’ ifadesinden hareketle gerekçelendirmek mecburiyetinde değillerdir. Zira terör örgütü zaten eylemleriyle barış ve güvenliği tehdit eden bir hüviyete sahiptir ve etkisizleştirilmelidir. Kaldı ki, devletler kendi yasalarıyla terörle mücadele konusunda bazı devlet kurumlarını yetkilendirdiklerine ve BM Antlaşması’nın 2/7 Maddesiyle, devletlerin ‘kendi iç yetki alanlarına giren konulara müdahale edilemeyeceği’ garanti altına alındığına göre, iç hukukta terörle mücadele için yetkilendirilmiş kurumların başkaca bir dayanak arayışı içinde olmaları gerekli değildir.
 
Terör örgütlerinin, otorite boşluklarından istifade ederek veya kendilerine imkân sunulduğu için başka ülkelerde faaliyet göstermesi durumunda da, sınır ötesi terörle mücadelenin yine yukarıdaki anlayışla sürdürülmesine imkân vardır. Bir devletin yasaları, o devletin güvenlik birimlerine sınırların ötesinde de terör örgütlerini etkisizleştirmek için gerekenleri yapma görevi veriyorsa, var olduğu günden bu yana uluslararası hukukun temelini oluşturan, devlet olmanın getirdiği haklar dışında ilave bir meşruiyet dayanağına ihtiyaç olmadığı görüşündeyim. Bunu savunurken, mevcut uluslararası sistemin her devletin bu tabii hakkını aynı derece kullanmasına müsait olmadığının farkındayım. O yüzden BM sisteminin mevcut hâlinin uluslararası barış ve istikrara katkı vermediğini yıllardır yazıyor ve söylüyorum.
 
Özetle, terör örgütlerinin sınırların içinde veya dışında yok edilmesi için, meşru müdafaayı mümkün kılan bir durumun mevcudiyetini ayrıca sorgulamak lüzumsuzdur. Terörle mücadele her devletin asli görevidir. Terör örgütlerinin uluslararası hukuktan kaynaklanan hiçbir hakları bulunmamaktadır.