Keşmir’e bir de bu pencereden bakın (03.03.2019) Türkiye Gazetesi

İki nükleer güç sınır hattında çatışırsa elbette dünyanın yüreği ağzına gelir. Hele daha evvel de aynı anlaşmazlık sebebiyle savaşmışlarsa. Pakistan ve Hindistan arasındaki kısa süreli gerginlikte de tam anlamıyla böyle oldu. Pakistan semalarındayken, Pakistan hava kuvvetlerine bağlı jetler tarafından düşürülen Hindistan savaş uçağının pilotu ülkesine iade edilse de, gerilim tamamen ortadan kalkmadı. Aslına bakılırsa, Keşmir meselesi 1947’den bu yana Pakistan ile Hindistan arasında her an yeniden savaş çıkabilecekmiş izlenimi veriyor.
 
Bazı bölge uzmanları, geçmişte ABD ile SSCB arasındaki gerilim sırasında her iki tarafın da nükleer silahlara sahip olmasının muhtemel bir üçüncü dünya savaşını engellediğini, aynı şekilde Pakistan ve Hindistan arasında da böyle bir ‘denge durumu’ olduğunu savunuyorlar. Başka uzmanlara göre ise iki durum arasında çok büyük farklılıklar var: ABD ve SSCB arasındakinden farklı olarak, Pakistan-Hindistan gerginliğinin temelinde paylaşılamayan bir bölge var. Her iki ülkede de millî  kimliklerin inşası sürecinde Keşmir önemli bir figür olarak kullanılmış. Her iki ülke için de Keşmir, ‘olmazsa olmaz’ hâline gelmiş. İki ülkenin tüm siyasi partileri ve bugüne kadar yönetime gelmiş tüm liderleri için Keşmir’den vazgeçmek gibi bir tercih hiçbir zaman söz konusu olmamış. Dolayısıyla Keşmir iki ülke için de koskoca bir kırmızı çizgi. 72 yıldır uluslararası gündemdeki sıcak yerini kaybetmemesinin arkasında da bu gerçek yatıyor. Daha uzunca bir süre de böyle devam edeceğe benziyor. İki ülke arasında yaşanabilecek yeni çatışmalarda nükleer silahlara başvurma ihtimalinin düşük olduğu değerlendirmesini yapan uzmanlar çoğunlukta. Azınlıkta kalan uzmanların felaket senaryosunda ise iki ülkenin nükleer silahlara sahip olmasının -başka hiçbir gerekçeye lüzum olmadan- zaten başlı başına büyük bir çatışma riski oluşturduğu varsayımı yer alıyor. Pakistan ve Hindistan’ın füze teknolojisinde ileri bir noktaya geldikleri ve muhtemel bir çatışmada, nükleer başlık taşıyabilen füzelerin kullanılabileceği yorumlarını da eklemeden geçmeyelim.
 
Peki ama işler bu seviyeye nasıl geldi? Bir türlü çözülemeyen Keşmir meselesinin asıl sebebi Pakistan ve Hindistan’ın uzlaşmaz ve inatçı tutumu mu? Yoksa birileri bu gerilimden fayda mı sağlıyor?
1947’de Britanya, o zamanlar şimdiki Pakistan’ı da içeren Hindistan’daki sömürge yönetimini sona erdirirken, sayıları yüzlerle ifade edilen yerel yöneticilerin (mihrace/raja) yeni kurulacak Pakistan’a ya da Hindistan’a bağlanmak ya da tarafsız ve bağımsız kalmak arasında seçim yapmalarını istedi. Tabiatıyla, nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan prensliklerin Pakistan’a, çoğunluğu Hindu olanların ise Hindistan’a bağlanmaları beklenirdi. Nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan Keşmir’in hükümdarı ise Hindu’ydu. Bir süre kararsız kaldı. Daha sonra iki ülkeye de bağlanmayacağını açıkladı. Ardından karar değiştirip Hindistan’a bağlandı. O günden sonra da Keşmir’de sular hiç durulmadı…
 
Karar Keşmir hükümdarına değil de halka bırakılmış olsaydı, belki de farklı bir sonuç ortaya çıkacaktı. Halk oylaması Avrupa’nın birçok ülkesinde, halkların hangi ülkede kalacaklarına karar vermeleri için o tarihe kadar birçok kez uygulanmış bir yöntem olmasına rağmen Britanya buna yanaşmadı. Neden diye sorduğumuzda tanıdık bazı açıklamalar çıkıyor karşımıza. Britanya, Hindistan’ın geleneklerinde böyle bir yöntemin bulunmadığını, katı kast sisteminin varlığının kimlerin oy vereceğinin tespitinde bile büyük problemler çıkartacağını, ülkedeki okuma-yazma seviyesindeki düşüklüğün sağlıklı bir plebisit yapılmasına mâni olduğunu, hepsinden öte zaten birbirleriyle anlaşmazlık yaşamakta olan mihracelerin birbirlerinin nüfuslarını kışkırtmak suretiyle çok büyük çatışmaları tetikleyebileceklerini ileri sürerek sandık ihtimalinden ısrarla uzak durdu…
 
Britanya’nın ileri sürdüğü bu gerekçeler çok da inandırıcı değil ama bize çok tanıdık geliyor. 1923’te Lozan Konferansı’nda Musul meselesi ele alınırken Türk Heyeti, nüfusunun büyük çoğunluğunu Türklerin ve Kürtlerin oluşturduğu bu bölgede plebisit yapılmasını ve halkın Türkiye’ye mi yoksa Irak’a mı katılmak istediklerine kendilerinin karar vermesini istemişti. Britanya tarafının plebisit teklifine karşı çıkarken kullandığı temel argüman, Musul’da yaşayan Türk, Kürt ve Arap nüfusun eğitim seviyelerinin çok düşük olduğu, dolayısıyla böyle bir halk oylamasının ‘doğru sonucu’ vermeyeceğiydi. Halbuki Britanya’nın asıl endişesi, Türklerin ve Kürtlerin, Araplardan farklı olarak Türkiye’de kalmak için oy verecekleri ve Musul gibi petrol bakımından çok zengin bir bölgenin kendi kontrollerinden çıkacağıydı. Nitekim takip eden üç yıl boyunca her türlü manevrayı yaparak Musul’u Türkiye’den ayırdılar.
 
Aynı Britanya’nın Hindistan’dan ‘çıkarken’ daha ‘demokratik’ bir tutum sergilemesi beklenemezdi. 300 yıl yönettiği ve “Tac’ın İncisi” adı verilen Hindistan’daki hâkimiyetini istemeye istemeye sona erdirirken Britanya iki temel hedefe kilitlenmişti: Bağımsız olsalar da bu bölgenin devletlerindeki çıkarlarını mümkün olduğunca sürdürmek ve yeni devletlerin barış içinde bir arada yaşayarak kendisine karşı kenetlenmelerini engellemek. İlkinde nispeten, ikincisinde ise kesinlikle başarılı oldu. Hindistan önce ikiye, sonra da Bangladeş’in bağımsızlığını kazanmasıyla üçe bölünmüş oldu. Bu devletlerin aralarındaki ihtilaflar çözülmek bir yana derinleşti.
 
Sömürge yönetimlerinden kurtulduktan sonra iç istikrarını sağlayabilen ve komşularıyla barış içinde yaşayabilen ülkelerin sayısı o kadar az ki…