Siyonizmin kurucusu Theodor Herzl 1896’da Leipzig ve Viyana’da “Yahudilerin Devleti” (Der Judenstaat) adlı bir kitap yayınladı. Kitap yıllarca siyonist düşüncenin temellerinin atıldığı eser olarak okundu. Herzl’in 1897’de Basel’de topladığı 1. Siyonist Kongre’den 121, 1904’teki ölümünden 114 yıl ve İsrail’in bağımsızlığının 1948’de ilan edilmesinden 70 yıl sonra İsrail Parlamentosu Knesset aldığı bir kararla İsrail’i “Yahudilerin Devleti” ilan etti. Böylece dünyadaki son resmî ırkçı yönetimin Güney Afrika’da sona erişinin üzerinden çeyrek yüzyılı aşkın bir süre geçmişken yeni bir ırkçı devletin mevcudiyeti tescillenmiş oldu.
Kararın içeriğine bakıldığında, zaten İsrail’in fiilen uyguladığı birçok politikanın resmîleştirildiği, bunlar yapılırken de yeni ayırımcı unsurların devletin ana unsuru hâline getirildiği görülüyor.
İsrail denilince, dünyanın birçok yerinde olduğu gibi ülkemizde de sadece Yahudilerin yaşadığı bir ülke algısı oluşuyor. Esasen bu algı yıllar süren titiz bir algı operasyonu sonucunda planlı olarak inşa edilmiş bir yalandan ibaret. Yaklaşık olarak 8 milyon 300 bin olan İsrail nüfusunun %74,7’si Yahudilerden oluşurken, geriye kalan nüfusun büyük çoğunluğu Müslüman (%18) ve Hıristiyan (%2) Araplardan müteşekkil. Yahudi olmayanların arasında ayrıca Dürziler, Çerkezler, Ermeniler, Latin kökenliler de var. Söz konusu Yahudi olmayan kesim de İsrail vatandaşı. Bunları işgal altındaki Filistin topraklarında yaşayan insanlarla karıştırmamak lazım. Doğu Kudüs dâhil olmak üzere Batı Şeria ve Gazze’de yaşayan yaklaşık 5 milyon Filistinlinin İsrail vatandaşlığı bulunmuyor. Dolayısıyla çıkartılan bu yasa İsrail’in işgali altında bulunan topraklarda yaşayan Filistinlilere karşı yeni bir ayrımcı uygulama değil. O bölgedeki keyfilik ve hukuksuzluk zaten her gün devam ediyor. Söz konusu yasayla İsrail devleti, kendi vatandaşı olan, İsrail devleti kimliği taşıyan, İsrail’e vergi veren, vatandaşlık görevlerini yerine getiren 2 milyonu aşkın insanı ikinci sınıf vatandaş durumuna indirgiyor.
Yasa çok açık bir dille, “İsrail’in artık bir Yahudi Devleti” olduğunu, “dünyadaki tüm Yahudilerin devleti” olduğunu, “devletin tek resmî dilinin İbrani dili” olduğunu, “dünyadaki tüm Yahudilerin İsrail’e dönme hakkı” bulunduğunu, “Yahudilerin dinî günlerinin resmî tatil” sayılacağını, “İsrail iç hukukunda bir boşluk doğduğunda Yahudi şeriatının” esas alınacağını hükme bağlıyor.
Bu noktada bir terminolojik hususa da açıklık getirmek lazım. Biz genellikle Yahudi ve Musevi kelimelerini birbirinin yerine kullanmakta bir beis görmüyoruz. Hatta bu ikisinin özdeşleştirilmesi için bizzat Siyonistler tarafından yürütülen sistematik çabalar da var. Halbuki tarihsel süreç içinde ele alındığında bu iki kelime birbirinden farklı manalar taşıyor. Musevilik bir dinin, Yahudilik ise bir etnisitenin adı. Nabukednezar’ın bugünden 2600 yıl evvel Kudüs’ü işgal edip Yahudileri Babil’e götürmesinden önceki dönemde, Musevilik evrensel bir nitelik arz etmekte ve Yahudi etnisitesinden olmayan birçok kavimden insan da bu semavi dine intisap etmekteydi. Mesela geçmişte Habeşistan’da yaşayan Falaşalar, Kırım ve Baltıklar’da yaşayan Karaylar gibi topluluklar Yahudi etnisitesinden olmayıp, Musevilik dinini benimsemişlerdir. Yahudilerin Babil’deki 50 yıllık döneminde Mesih (kurtarıcı), “seçilmiş halk” ve “vadedilmiş topraklar” (arz-ı mev’ud) gibi inanışların geliştiğini biliyoruz. Takip eden yüzyıllarda Museviliğin sadece Yahudilerin dini olduğu, Filistin topraklarının sadece Yahudilere vadedildiği inancı yaygınlaştı.
Knesset’in çıkarttığı yasa ile sadece Yahudi olmayan İsraillilerin vatandaşlık ve insan hakları ellerinden alınmıyor aynı zamanda Yahudilik ile Musevilik arasındaki özdeşlik de tescillenmeye çalışılıyor. Fiiliyatta bunun nasıl büyük ayrımcılıklara sebep olduğu son birkaç yıl öncesine kadar İsrail’de yaşayan Falaşaların “kan bağışı yapmalarının yasaklanması” uygulamasında görülmüştü. Benzeri şekilde, Yahudi şeriatında dinin anneden bebeğe geçmesi ilkesinden dolayı, babası Yahudi ama annesi Yahudi olmayan insanların İsrail vatandaşlığına kabulünde karşı karşıya kaldıkları engellemeler İsrail’de büyük tartışma konusu olmuştu. Bugünden itibaren tüm bu fiilî uygulamaların yasal hâle getirilmesinin kapısı da aralanmış oldu.
Yasada geçen bir diğer başlık, “Kudüs’ün İsrail’in başkenti” olduğu. ABD’nin bu yöndeki kararı ve büyükelçiliğini Tel Aviv’den Kudüs’e taşımasından da güç alan İsrail yönetimi, Kudüs’ün doğusunu, batısını ayırmadan, tamamını bu yasayla bir kez daha başkent ilan etti. Böylece Birleşmiş Milletlerin Doğu Kudüs’le ilgili tüm kararlarını da tanımadığını tekrar etmiş oldu.
Son olarak, İsrail “ülkede kendi geleceğini tayin etme hakkına sadece Yahudilerin sahip olduğunu” da bu yasaya geçirdi. Birleşmiş Milletler Antlaşmasının “Amaçlar” başlığını taşıyan birinci maddesinin ikinci fıkrası, “kendi geleceğini tayin hakkından” söz eder. Yasadaki bu ifadeyle sadece İsrail’de yaşayan değil, İsrail işgali altındaki topraklarda yaşayanların da Kudüs başkent olmak üzere bağımsız bir devlet kurma yönünde bir irade sergilemesine izin verilmeyeceği belirtilmiş oldu.
İsrail böyle ayrımcı hususlar içeren “Yahudi Ulus Devleti” yasasıyla bölge ve dünya barışına zarar vermeye devam ediyor…