Avrupa Birliği Komisyonu ile Dış Politika ve Güvenlik Yüksek Temsilcisi’nin birlikte hazırladıkları, “AB-Türkiye Siyasi, Ekonomik ve Ticari İlişkilerinin Mevcut Durumu 2023” başlıklı rapor basınımızda genellikle olumlu yönleriyle ele alındı. Raporun iki yönlü bir karaktere sahip olduğunu ve ilişkilerin durumunu “iyileştirmeyi” amaçlayan hususlar kadar, Türkiye-AB ilişkilerinin tam üyelikle sonuçlanmasının ne kadar zor olduğunu gösteren yönleri de barındırdığını gözden kaçırmamak lazım.
Raporda 2017’den bu yana askıda olan Türkiye-AB Gümrük Birliği’nin güncellenmesiyle ilgili görüşmelere yeniden başlanabileceği, anlaşmazlıkların bir bölümünün giderildiği ifade ediliyor. Bu yaklaşımı, gümrük birliğinin Türkiye’nin arzu ettiği şekilde yeniden yapılandırılacağına yeşil ışık yakıldığı şeklinde yorumlamamak lazım. Zira 2006’daki Konsey kararı çerçevesinde Gümrük Birliği AB tarafından müzakere edilmesi dondurulmuş başlıklar arasında yer alıyor. Sebebi de net olarak ifade edilmiş: “Türkiye Gümrük Birliği’nden kaynaklanan yükümlülüklerini tüm AB üyelerine eksiksiz uygulamadıkça bu başlıkta müzakereler açılmayacak.” Tüm üyelerden kasıt elbette Kıbrıs Rum Kesimi. AB tarafı, “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin 2004’te AB’ye üye olduğunu, AB’nin Ada’da sadece bu devleti muhatap olarak tanıdığını, AB’ye üyelik müzakereleri yürüten Türkiye’nin de bu devletle ilişkilerini normalleştirmemesi durumunda ilerleme sağlanamayacağını” defalarca Ankara’ya resmî belgelerle iletti. Dolayısıyla, I/95 sayılı Ortaklık Konseyi kararıyla 1996 başından itibaren yürürlüğe sokulmuş olan Gümrük Birliği sisteminin güncellenmesi yeniden başlatılacak teknik komite toplantılarında tartışmaya açılsa bile, yeni hâlinin yürürlüğe girmesi aynı şarta bağlı kalacak. Zira AB’nin tanıdığı adıyla Kıbrıs Cumhuriyeti de Ortaklık Konseyinin bir üyesi. Ortak Konseyi’nin oy birliğiyle karar aldığı dikkate alınırsa, Rum Kesimi’nin ve Yunanistan’ın arzu etmediği bir güncellemenin yapılabilmesi imkânsız.
Olumlu addedilen diğer bir husus vizelerle ilgili. Vize serbestisinin de otomatik olmadığını hatırlayarak bu konuyu değerlendirelim. Türkiye vizelerin kaldırılmasıyla ilgili olarak, diğer tüm üçüncü ülkelerden istenen şartları eksiksiz yerine getirse bile, dolaşım serbestisinin aynı anda tüm AB ülkeleri için geçerli olmayacağı, bu işlemin kademe kademe yapılacağı ve son kertede üye ülkelerin vize uygulamasına devam etmekte ısrarcı olabilecekleri Brüksel tarafından 2014’ten bu yana sürekli dile getiriyor. Raporda, vize serbestisi sürecinin işletilebilmesi için Türkiye’nin yerine hâlen yerine getirmediği şartlar hatırlatıldıktan sonra, bazı AB ülkelerinin Türk vatandaşlarına vize vermeyi kolaylaştırmaları için çeşitli tedbirler alınabileceğinden söz ediliyor. Zira vize başvurusu yapanlara verilen geç randevu tarihleri ve reddedilen vize sayılarındaki olağandışı artışın aslında bazı üyeler tarafından Türkiye’yi cezalandırmaya dönük bir araca dönüştürülmeye çalışıldığının Komisyon ve Yüksek Temsilci farkında. Bununla birlikte artık tüm üyelerin rutin bir uygulaması hâline gelen vize vermenin zorlaştırmasından bu üyelerin nasıl vazgeçirileceğine ilişkin herhangi bir yöntemden bahsedilmemiş.
Bir diğer konu, uzun süredir toplanmayan Türkiye-AB Ortaklık Konseyi toplantılarına yeniden başlanılmasıyla ilgili tavsiye. Türkiye-AB ilişkilerinin temel hukuki zeminini oluşturan Ankara Anlaşması’nda tanımlanmış Ortaklık Konseyi’nin AB üyelerinin isteksizliği sebebiyle toplanmadığı, bu isteksizliğin arkasında ise ekonomik ya da ticari olmaktan ziyade siyasi gerekçelerin yattığı çok açık. Türkiye Dışişleri Bakanı’nın AB Dışişleri Bakanları arasında yapılan gayriresmî nitelikteki bazı istişare toplantılarına davet edilmesi tavsiyesi de raporda yer alıyor.
Yukarıdaki hususların yanında AB’nin bilhassa Türkiye’nin dış politikasıyla AB’nin Ortak Dış Politikası arasındaki ayrışmalara dikkati çektiği bölümler, müzakerelerin yeniden başlaması durumunda bile çok kısa sürede yeniden tıkanabileceğinin peşin delillerini oluşturuyor. Kıbrıs meselesi, Doğu Akdeniz, Türkiye’nin Rusya-Ukrayna Savaşına yaklaşımı, NATO Genişlemesi ve Filistin konusu tarafların görüş ayrılıklarına sahip olduğu alanlar olarak sayılıyor. Hâlen dondurulmuş bulunan “Dış İlişkiler” ve “Dış, Güvenlik ve Savunma Politikası” adlı müzakere fasıllarının açılabilmesi -Kıbrıs konusunda olduğu kadar- başka birçok konuda tarafların görüş ve yaklaşım farklılıklarının giderilmesine bağlı. AB’nin bu noktada Türkiye’den tek taraflı bir beklenti içine girmesi gerçekçi değil. Sadece Filistin ve Libya ile ilgili aşağıdaki cümleler bile Türkiye ile AB’nin epey farklı yerlerde durduklarını ortaya koyuyor:
“HAMAS terör örgütünün 7 Ekim 2023’te İsrail’e yönelik saldırılarının ardından Türkiye, sadece bu eylemi kınamaktan ve terörizm olarak nitelendirmekten kaçınmadı aynı zamanda,
15 Ekim 2023 tarihli AB Konseyi ortak açıklamasının hilafına, HAMAS’ı destekler mahiyette de konuştu.”
“AB, Türkiye ile Libya arasında imzalanan -deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasına dair- Mutabakat Muhtırasının üçüncü devletlerin [Yunanistan’ı kastediyor] egemenlik haklarını ihlal ettiğini, Deniz Hukuku ile uyumsuz olduğunu ve üçüncü devletler açısından herhangi bir hukuki sonuç doğurmadığını değerlendirmektedir.”
Raporun muhtevası yorumlanırken belki de cevap aranması gereken asıl soru, sadece bir ay önce Komisyon tarafından “zehir zemberek” bir “ilerleme(me) raporu” açıklanmışken, olumlu yönleri de bulunan bu tavsiyeye neden ihtiyaç duyuldu? Acaba cevabı 20 yıl önce dönemin Danimarka Başbakanı Rasmussen ile dönemin Almanya Dışişleri Bakanı Fischer arasında geçen ve kendileri açısından utanç verici şekilde kameralara yansıyan o meşhur cümlede mi aramak lazım? “Türkiye’yi önce uyutalım, sonra unutalım.”