Türkiye’nin F-35 savaş uçağı projesinden, Rusya’dan S-400 hava savunma sistemlerini alması gerekçe gösterilerek çıkarılması iki ülke arasında savunma sanayii ürünlerinin alımı ve transferi konusunda yaşanan ilk problem değil. Bugün de F-16 satışını İsveç’in NATO üyeliğine bağlamaya çalışan ABD ile Türkiye arasında, 1830’da imzalanan Ticaret ve Seyrüsefain Antlaşması’ndan bu yana silah satışı hep tartışma konusu olmuştu. Bu bazen, ABD yapımı savaş gemilerinin Türkiye’ye satılmaması, bazen Türkiye’ye silah ambargosu uygulanması, bazen de ABD silahlarının transferinin şarta bağlanması şeklinde karşımıza çıktı.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Truman Doktrini’nin ilanından başlayarak Türkiye’ye yapılan silah transferlerinin ABD açısından hukuki zeminini oluşturan 12 Temmuz 1947 tarihli Türkiye’ye Yapılacak Yardım Hakkında Anlaşma’nın ikinci maddesinde, ABD tarafından Türkiye’ye verilecek askerî yardımların “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti tarafından, tahsis edilmiş bulunduğu gayeler uğrunda kullanacağı” ifadesi yer almaktadır. Söz konusu anlaşmanın giriş bölümünde, ikinci maddede geçen “tahsis gayeleri”, “Türkiye’nin hürriyetini ve bağımsızlığını korumak için ihtiyacı olan güvenlik kuvvetlerinin takviyesini temin ve aynı zamanda ekonomisinin istikrarını muhafaza” olarak sayılmıştır. Türkiye’nin antlaşmalardan kaynaklanan garantörlük hakkını kullanarak, Kıbrıs Türklerini korumak için gerçekleştirdiği Kıbrıs Barış Harekâtı’nı takiben, bu maddeyi ihlal ettiği gerekçesiyle ABD Türkiye’ye silah ambargosu uygulama kararı almıştır. Zira ABD’ye göre, Amerikan silahları Türkiye’ye sadece kendisini savunması veya NATO amaçları doğrultusunda verilen rolü oynaması için verilmiştir. ABD, Kıbrıs Türklerinin hayatlarının kurtarılmasını bu kapsamda değerlendirmemiştir.
Silah ambargosunun gerekçesi, bizi ABD’nin gerçekte hangi sebeplerle bazı ülkelere askerî yardımlar yaptığını ya da silah sattığını düşünmeye sevk etmelidir.
1960’lardan başlayarak Dış Askerî Satışlar Kanunu çerçevesinde diğer ülkelere silah verirken ABD aslında üç temel gayeye ulaşmayı hedeflemiştir.
Birincisi, müttefik bir ülkenin ordusunun ABD’nin çıkarları doğrultusunda hareket etmesini temin etmektir. Soğuk Savaş yıllarında bu özellikle ABD ile SSCB arasındaki muhtemel bir çatışmada, ABD ile NATO veya SEATO çerçevesinde müttefik olan ülkelerin savaş gücünün artırılmasının önemli bir aracı olarak değerlendirilmiştir.
İkincisi, müttefik veya tarafsız bir ülkenin savunma sanayii açısından ABD’ye olan bağımlılığının sürdürülmesidir. ABD, müttefik dahi olsalar başka devletlerin millî savunma sanayilerini geliştirmesine olduğu kadar kendisinin onay vermediği ülkelerden silah almasına da soğuk yaklaşmıştır. Washington, o ülkenin kendi kontrolü dışında, ABD çıkarlarıyla örtüşmeyen eylem ve davranışlarda bulunmasını asla istememiştir. ABD, savunma sanayii bağımlılığının bir ölçüde siyasi bağımlılığı da doğurduğunun farkındadır. Buna paralel olarak, silah satışlarının onaylanmasında yetkiye sahip olan ABD yasama organında müessir olan baskı ve çıkar grupları da, iltisaklı oldukları başka ülkelerin çıkarlarını korurlarken silah satışları konusunu bir araç olarak mütemadiyen kullanmışlardır.
Üçüncüsü, ABD askerî ilişkiler vasıtasıyla birçok ülkede doğrudan kendisiyle temas hâlinde olan “ayrıcalıklı” bir zümre oluşturmayı amaçlamıştır. Bu zümrenin ABD’nin siyasi çıkarları doğrultusunda hareket etmesini temin etmek için yoğun gayret sarf etmiştir. Dış Askerî Yardımlar programı içinde yer alan, IMET (International Military Education and Training / Uluslararası Askerî Eğitim ve Yetiştirme) projesinin hedeflerini ABD Savunma Bakanlığı (Pentagon) şöyle sıralamaktadır:
“Geleceğin liderlerini yetiştirmek; ABD’nin daha iyi anlaşılmasını temin etmek; geleceğe yönelik ittifaklar oluşturmak için ABD ordusu ile ülkenin ordusu arasında ilişki kurmak…”
ABD Savunma Bakanlığının bahsettiği “geleceğin liderlerinin”, ABD’den bağımsız, sadece kendi ülkelerinin çıkarlarını önceleyen liderler olmadığı izahtan varestedir.
Günümüzde de, ABD’nin silah satışları veya hibesiyle ilgili yaklaşımı büyük ölçüde aynı esaslar üzerinde sürmektedir. 1947 anlaşmasının ikinci maddesinde yer alan “hürriyetin ve bağımsızlığın korunması” gayesi, ancak ve ancak ABD’nin küresel ve bölgesel stratejik öncelikleriyle örtüştüğü müddetçe geçerlidir. Aksi söz konusu olsa, Türkiye’nin en fazla ihtiyaç duyduğu zamanda ABD yapımı hava savunma sistemleri almasına karşı çıkılmaz, ateş çemberine dönmüş bir coğrafyada “hürriyetini ve bağımsızlığım” korumaktan başka bir gayesi bulunmadığı hâlde F-35 veya F-16 savaş uçaklarının satışı yokuşa sürülmezdi.
Silah ya da savunma sanayii teçhizatının başka ülkelere aktarılması ABD için askerî olmaktan ziyade siyasi bir konu olmayı sürdürmektedir. Elbette bu tutum, başka ülkeler için de geçerlidir. Hiçbir ülke sadece para kazanmak için bir diğerine silah satmaz. Bunu dikkate alarak, bağımsız dış politika takip edebilmenin en önemli ön şartlarından birinin, millî savunma sanayii geliştirmek ve tedarik kaynaklarını -önceliklerimiz doğrultusunda- mümkün olduğunca çeşitlendirmek olduğunu katiyen aklımızdan çıkarmamalıyız.