Düşünce kuruluşlarının işlevi nedir? (23.02.2020) Türkiye Gazetesi

Modern dönemin ilk düşünce kuruluşlarının örneklerine 19. Yüzyılda İngiltere’de rastlansa da, bu alandaki asıl sıçrama 20. Yüzyılın başından itibaren ABD’de yaşanmıştır. Her iki ülkenin de söz konusu dönemlerde küresel çapta hedeflere yönelik politikalar izledikleri dikkate alındığında, düşünce kuruluşlarının neden buralarda ortaya çıkıp geliştikleri daha iyi anlaşılır.
Düşünce kuruluşları ya da İngilizce adıyla ‘think tank’ler, çok basit bir sebeple bilimsel araştırma kurumlarından ve üniversitelerden ayrışırlar. O basit sebep, düşünce kuruluşlarının bilimsellik iddiasında olmamalarıdır. Bu kurumların ortaya çıkış gayelerini bilenler, düşünce kuruluşları tarafından üretilen bilgileri, büyük bir paranteze alarak değerlendirir, ulaşılan sonuçları birkaç farklı kaynaktan kontrol etmeden ve sorgulamadan nazar-ı dikkate almazlar…
 
Düşünce kuruluşlarının en yaygın olduğu ülke ABD’dir. 2000 kadar düşünce kuruluşunun bulunduğu bu ülkede geçerli olan vergi kanununun 501 (c) 3 maddesi, kâr amacı gütmeyen düşünce kuruluşlarına vergi istisnaları uygulanmasına imkân vermektedir. Birçok düşünce kuruluşu da bu istisnadan faydalanmaktadır. Bu açıdan bakıldığında bile, düşünce kuruluşlarının para kazanmak için değil, ülke içinde veya dışında başka hedeflere ulaşmak için kurulduğu anlaşılabilir…
 
Konuyu biraz daha derinleştirerek, düşünce kuruluşlarını kimlerin, neden kurduklarını ve maddi olarak desteklediklerini incelediğimizde temelde iki ana kaynakla karşılaşmaktayız. Birinci kaynak devletin kendisidir. Birçok ülkede devletin çeşitli kurumları düşünce kuruluşlarıyla yakın ilişki içindedir. Başlangıçta devlet kurumlarının bizzat kurucusu olduğu ve bir tür yarı resmî kamusal kurum gibi çalışan düşünce kuruluşları çoğunluktayken, bilhassa 1980’lerden itibaren devletin mümkün olduğunca işin merkezinde görünmeden, çeşitli fonlarla desteklediği kurumların sayısında artış olmuştur. Özellikle ABD’de ve Avrupa ülkelerinde devlet kurumları, çeşitli projeler vererek düşünce kuruluşlarından yararlanmayı tercih etmeye başlamışlardır. Çin, Rusya ve Orta Doğu ülkelerinde ise hâlen devletin bizzat ana aktör olarak işin merkezinde yer aldığı düşünce kuruluşları çoğunluktadır…
 
ABD ve Avrupa ülkelerinde benimsenen metodun arkasında iki ana sebep yatmaktadır. Birincisi, düşünce kuruluşlarının üretimlerinin, iç ve dış kamuoyu nezdindeki itibarını artırmak ve onları devletin sivil görünümlü sözcüsü oldukları imajından kurtarmak. İkincisi ise, devletin kendi karar alma mekanizmalarında kullanacağı girdilerin, herhangi bir müdahalede bulunmadan, olabildiğince doğru kaynaklardan gelmesini temin etmek. Hatta bu ikinci amaca ulaşabilmek için ABD’de kamu kurumları kendi politika üretme süreçlerinde faydalanmak üzere analizlere ihtiyaç duyduklarında, farklı bakış açılarına sahip, siyasal yelpazenin farklı yerlerinde konumlanmış birden fazla düşünce kuruluşuna müracaat etmeyi neredeyse bir alışkanlık hâline getirmişlerdir. Elbette hangi kuruluşun yaptığı analizi, ne şekilde kullanacakları günün sonunda politikayı üretip icra edecek olanın kararına bağlıdır.
 
Düşünce kuruluşlarını devlet kurumları dışında kuran ve/veya destekleyen ikinci kaynak ise özel sektördür. Bu işin son derece profesyonelce yapıldığı ABD’de ticari firmalardan, kitle örgütlerine, baskı ve çıkar gruplarından, etnik ve dinî lobilere kadar devlet mekanizması içinde yer almayan birçok oluşumun, düşünce kuruluşlarıyla çok yakın bir iş birliği içinde oldukları bilinmektedir. Nasıl devlet kurumları, devletin çıkarları doğrultusunda düşünce kuruluşlarından yararlanıyorlarsa, devlet dışı kurumlar da kendi çıkarları için aynı yolu takip etmektedirler.
Bu noktada, bilhassa son 30 yıldır küreselleşmenin sağladığı iletişim imkânları ve doğru ya da yanlış bilgiyi hızla yaygınlaştırma vasıtaları sayesinde, düşünce kuruluşlarının, dünyanın ‘demir perdeyle’ ayrıldığı dönemden çok farklı bir nitelikleri hızla gelişmiştir. Günümüzde düşünce kuruluşları hem algı yönetiminin hem de ‘gerçekliğin, yapı sökümüne tabi tutularak, geniş kitlelerin beklentileri doğrultusunda yeniden ve farklı şekillerde inşa edilmesi’ olarak tanımlanabilecek post-truth modellemelerinin vazgeçilmez araçlarından biri hâline gelmişlerdir.
Geçtiğimiz günlerde, ABD derin devletinin fonladığını sağır sultanın bile duyduğu RAND isimli düşünce kuruluşu tarafından ‘piyasaya servis edilen’ Türkiye hakkındaki analizi de bu bilgiler ışığında değerlendirmemiz gerekir. Şayet Türkiye’nin uluslararası konumundan, iç ve dış politikalarından rahatsızlık duyanlar tarafından fonlanan bir düşünce kuruluşu Türkiye hakkında bir rapor hazırlamışsa, içinde ne yazdığından ziyade; zamanlaması, hangi yollarla kamuoyuna duyurulduğu, servis edildikten sonra rapordaki hangi hususların hangi yöntemlerle ‘köpürtüldüğü’, rapor sonrası ‘etki analizlerini’ kimlerin, ne şekilde yaptığı gibi konuların ciddiyetle değerlendirilmesi gerekir…
 
Türkiye hakkında yabancı düşünce kuruluşları tarafından hazırlanan raporları okurken, aynı kuruluşların daha önceki yıllarda hazırladıkları raporları da okumanızı, geçmişteki analizlerinin ve tahminlerinin isabet oranını da dikkate almanızı tavsiye ederim.