Harekât’ın 45. yıl dönümünde Kıbrıs hakkında düşünceler (21.07.2019) Türkiye Gazetesi

Londra ve Zürih Anlaşmalarından kaynaklanan garantörlük hakkını kullanan Türkiye, 20 Temmuz 1974’te Kıbrıs Barış Harekatı’nı düzenledi. Harekât’tan beş gün önce Kıbrıs Cumhurbaşkanı Başpiskopos Makarios, Yunanistan Cuntası’nın kuklası Nikos Sampson tarafından düzenlenen bir darbeyle devrilmiş ve İngilizlere sığınmıştı. Sampson’un amacı Ada’yı Yunanistan’a bağlayarak, “Enosis”e ulaşmaktı. 1963’teki “Kanlı Noel” saldırılarından itibaren sistematik olarak saldırılara maruz kalan Türkler, Sampson yanlılarının başlıca hedefiydi…

1964’ten itibaren birkaç kez Ada’ya müdahaleye teşebbüs eden ama her seferinde çeşitli sebeplerle duraksayan Türkiye, bütün imkânsızlıklara rağmen, bu kez kararlılıkla hareket etmiş ve kısa süre içinde çok önemli bir askerî başarıya imza atmıştı. Cenevre’de yapılan müzakerelerden sonuç çıkmayınca, 15 Ağustos’ta ikinci harekâtı geçekleştiren Türkiye, sadece Türklere yönelik bir felaketi önlemedi, aynı zamanda Rumların da, Yunanistan Cuntası’nın hukuksuzluklarından kurtulmasını temin etti. Başka bir deyişle, Türkiye Ada’ya müdahale ederek hem Kıbrıslı Rumları hem de Yunanistan’ı cuntadan kurtardı…

1974’ten bugüne, Kıbrıs uzmanlarının bile saymakta zorluk çekeceği kadar çok sayıda müzakere süreci yaşandı. Çoğu zaman New York’ta Birleşmiş Milletler çatısı altında, kimi zaman İsviçre’de Kıbrıslı Türkler ve Rumlar bir araya gelerek anlaşmaya çalıştılar. Neredeyse yarım asırlık bu müzakereler serisinin arka planında çok önemli iki siyasi gelişme yaşandı. Birincisi, 1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin, Birleşmiş Milletler Antlaşmasındaki “self determinasyon” hakkına atıf yaparak bağımsızlığını ilan etmesidir. İkinci çok önemli olay, BM Genel Sekreteri Kofi Annan tarafından hazırlanan “Annan Planı”nı reddetmesine rağmen Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin, Kıbrıs adasının tamamını temsil ettiği varsayımıyla 2004’te Avrupa Birliği’ne üye olarak kabul edilmesidir. Her ikisi de Kıbrıs’ta dengeleri değiştiren niteliktedir. KKTC’nin bağımsızlığını ilan etmesi, Kıbrıs Türklerini Ada’daki bir “topluluk” olmaktan, bir “ulus” olmaya doğru yönelten en önemli motivasyondur. Rumların AB’ye üye olması ise, Brüksel’in Kıbrıs meselesinde doğrudan bir taraf olmasının yolunu açmıştır.

Bugün ise üçüncü bir paradigma değişikliğinin hemen eşiğindeyiz. Üç maddede mevcut durum tespitini yapalım:

1-Rum Yönetimi KKTC’yi eşit siyasi bir varlık olarak görmemekte, Türkleri tatmin edecek herhangi bir adil çözüm önerisine çok uzak mesafede durmaktadır. Bu tutumun bir gün değişeceğine dair de hiç kimsenin beklentisi yoktur.

2-Rum Yönetimi, KKTC’nin deniz yetki alanlarını gasbetmeye girişmiştir. Bu eyleminde, üyesi olduğu Avrupa Birliği’ni arkasına almıştır.

3-Başka ülkelerdeki Türkiye karşıtı birleşik lobi, Kıbrıs meselesini de Türkiye’ye karşı bir kampanya aracı hâline getirmek için yoğun bir çaba içine girmiştir.

Bu çerçevede muhtemel üç tarz-ı siyaset vardır:

1-Mevcut durumun devamı. Yani hiçbir yere varmayacağını bile bile, BM şemsiyesi altında yeni müzakerelerin yapılması. Bunlar yapılırken, Rum Yönetimi Doğu Akdeniz’deki korsanlık faaliyetlerini uluslararası destekle sürdürmeye çalışacak ve hem KKTC’yi hem de Türkiye’yi zor durumda bırakacak her türlü eylemin içinde olacaktır. Şahsen, Kıbrıs Türkü’nün haklarını teslim edecek bir Rum hükûmetinin asla var olmayacağına inanıyorum.

2-KKTC’nin uluslararası tanınırlığının sağlanması. 1983’ten bu yana çeşitli kereler teşebbüs edilse de, BM Güvenlik Konseyi kararları yüzünden, Türkiye’ye en yakın ülkelerin bile bu konuda somut bir adım atmayacakları açıktır. Yani Türkiye dışında başka bir devletin KKTC’nin siyasi bağımsızlığını tanıması için gerçekçi bir beklenti mevcut değildir.

3-Türkiye ile KKTC’nin uluslararası bir anlaşmayla entegrasyonu. İşte bu, Ada’daki paradigmanın üçüncü kez ve kalıcı şekilde değişmesinin yegâne formülüdür. Kastettiğim bir “ilhak/iltihak” modeli değildir. Uluslararası alanda birçok örneği olan iktisadi ve siyasi birlikte yaşama biçimidir. Kısaca, KKTC’nin içişlerinde bugün olduğu gibi tam egemen olduğu ama dışişleri ve savunma alanlarında Türkiye ile bütüncül iş birliği içine girdiği bir hukuki çerçeveden söz ediyorum. Kıbrıs Meselesi’yle üniversite sıralarında ilk kez karşılaştığım 1989’dan bu yana 30 yıldır savunduğum görüş budur.

Kıbrıs Barış Harekatı’nın 45. yıl dönümünde, Kıbrıs Türkü’nün varlığını devam ettirebilmesi için canlarını feda eden aziz şehitlerimizi ve kahraman gazilerimizi şükranla anıyorum.