Uluslararası ilişkilerin kaybedenleri ve kazananları olur. “Bu işte herkes kaybetti” gibi değerlendirmelere hiç katılmam. Sahada tüm taraflar kaybediyorsa, sahanın gerisinde ellerini ovuşturan birileri mutlaka vardır. Herkes kazanıyor gibi gözüküyorsa, ya birileri diğerlerinden daha çok kazanıyordur, ya da orta vadede öyle olacaktır…
Körfezi ısınıyor. Mevcut durum, daha derin bir gerilime hatta sıcak bir çatışmaya doğru gelişebilir. Bundan da birileri mutlaka kazanç sağlar.
1979’dan önce ABD ile İran’ın arasından neredeyse su sızmazdı. Richard Nixon’un “İki Sütunlu Politikası”nda, sütunlardan biri Suudi Arabistan, diğeri ise İran’dı. Bu iki devlet üzerinden Basra Körfezi’ni kontrol etmek isteyen ABD o tarihlerde dört şeyi hedefliyordu: 1-Petrol üretimini ve trafiğini istediği gibi yönlendirmek. 2-İsrail’in güvenliğini sağlamak. 3-Nâsırcı, Arap Milliyetçisi akımların Orta Doğu bölgesinde etkinlik kazanmalarını önlemek. 4-SSCB’nin bölgeye siyasi veya askerî olarak sızmasının önüne geçmek…
İki sütunlu politikanın başarısı sınırlı oldu. Suudi Arabistan ABD’nin istediği kadar silahlanmadı. Mısır’la çatışmadı. Hatta 1973 savaşında İsrail’e yardım eden Batılı ülkelere karşı petrol ambargosuna liderlik etti. Diğer taraftan İran “Körfez’in jandarmalığına” soyundu. ABD’nin bölgede en çok silah sattığı ülke oldu. İsrail’le güçlü bir istihbarat iş birliği geliştirdi. Bölgenin güçlü Arap devletlerinden Irak’ı bölmek için Kürtleri destekledi. Özellikle bu süreçte İsrail’le İran arasında çok güçlü bir çıkar birlikteliği oluştu. Ama 1979’da Şah’ın devrilmesiyle ABD-İran ilişkileri bugüne kadar devam edecek bir gerilim yaşamaya başladı.
Şah’ın devrilmesi ABD’nin Orta Doğu politikasında yeni bir safhanın başlangıcıdır. Jimmy Carter’ın 1980’de ilan ettiği doktrinle, ABD ilk defa Körfez’de doğrudan silah kullanma tehdidinde bulunuyordu. Carter, İran’ın Körfezdeki petrol sevkiyatını tehlikeye düşürücü adımlar atması durumunda müdahale etmekten söz ediyordu. Ama ABD İran’a saldırmadı. Bu işi Tahran’la kan davası olan Bağdat yaptı. Uzun ve yıpratıcı savaş, petrol fiyatlarının yükselmesini ve bölge ülkelerine silah satmayı isteyen tüm aktörlerin işine geldi.
1979’dan bugüne kadar geçen 40 yıl içinde ABD’de başkanlar ve diğer düzeylerdeki yetkililer defalarca İran’a askerî müdahaleden bahsettiler. İnternette üç kelimelik basit bir arama yaptım: “Bush invasion İran” yazdım. Irak’a saldırmadan önce ve sonra Bush yönetiminin İran’a askerî müdahalede bulunmak için planlar yaptığı, askerî seçeneğin masada olduğu, İsrail’in Bush’u bu konuda ikna etmeye çalıştığıyla ilgili çok sayıda eski gazete köşe yazısına ve haberlere ulaştım. Clinton ve Obama dönemlerinde de, Bush dönemindeki kadar üst perdeden olmasa da, zaman zaman İran’a saldırı planlarından söz edilirdi. O dönemin ana konusu İran’ı nükleer silah elde etme planlarından vazgeçirmekti.
Nihayet bu çabalar ve baskılar sonuç vermiş, Obama döneminde İran altı ülkeyle bir anlaşma imzalayarak uranyum zenginleştirme çalışmalarına son vermişti. Süreci Birleşmiş Milletler denetliyordu. Başkan Trump’ın ekibi ise iktidara geldiklerinden bu yana, İran’ın bu anlaşma hükümlerini ihlal ettiğini iddia ediyor. Nükleer anlaşmayı imzalayan diğer ülkeler bu düşünceye katılmasalar da, ABD İran konusunda kararlı. Nitekim, İran’a karşı yaptırımları yürürlüğe soktular. Şimdi de yeniden askerî seçenek konusu gündeme taşındı…
Körfez’e muhtemel bir ABD müdahalesinden hoşnut olacaklar uzun bir liste oluşturuyor. Suriye’den sonra İran’ın da etkisizleştirilmesi İsrail’i memnun eder. Körfez’de uzun yıllardır İran’la jeopolitik nüfuz mücadelesi yürüten Suudi Arabistan da İran’a irtifa kaybettirecek her türlü eylemi destekler. Suudi Arabistan’la dayanışma içindeki Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn de İran’ın gücünün azalmasını isteyenler arasında yer alıyor. Şüphesiz Körfez’in karışması petrol ve doğalgaz fiyatlarının artması sonucunu doğuracaktır. Hidrokarbon rezervlerine sahip ve bunları dünya piyasalarına pazarlayanlar da bu gerilimden kazançlı çıkacaklarını düşünüyor. 2003’teki Irak savaşının gizli kazananlarından biri Rusya’ydı. Bu sefer de, petrol ve doğalgaz fiyatlarında bir yukarıya; Rusya ekonomisine ciddi katkı yapacaktır.
Diğer taraftan gözden kaçırılmaması gereken bir husus, 40 yıldır dışarıdan gelen tehditlerin İran’da rejimi zayıflatmak yerine, ılımlı muhalefetin etkisizleştirilmesine yol atığı gerçeğidir. Kendi hâline bırakılsa zaten iç dinamiklerin etkisiyle siyasi bir dönüşüm sürecine girmek zorunda kalacak olan rejim, dış tehditlerden güç alarak neredeyse her on yılda bir varlığını tekrar tekrar meşrulaştırmanın yolunu bulmaktadır. Bir çelişki gibi gözükse de, aslında İran’daki nükleer ve askerî tesisleri hedef alacak sınırlı bir dış operasyonun tabii sonucu, İran’da rejim taraftarlarının birbirine daha çok kenetlenmesi ve muhalif seslerin bastırılması olacaktır. Bu ise İran’ın bölgede destek verdiği ‘vekilleri’ üzerinden karşılık vermeye kalkmasına yol açabilir.
Bu açılardan bakıldığında şayet Körfez’e bir müdahale İran’da rejimi değiştirmeyi hedefleyen -ki bu Irak savaşından daha uzun süreli ve maliyetli olacaktır- bir mahiyette olmayacaksa, söz konusu müdahale Başkan Trump’ın hiç arzu etmediği sonuçlara yol açabilir.
Başkanlık seçimine iki yıldan az bir süre kalmışken Trump’ın böyle bir riski almasını acaba ABD’de kimler, niçin ister?