Türk-Amerikan ilişkilerinde ticaretin yeri (10.02.2019) Türkiye Gazetesi

İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye ile ABD arasındaki ilişkiler strateji ve güvenlik eksenine oturdu. Hâlbuki başlangıcı 18. yüzyılın sonuna giden ikili ilişkiler çok uzun bir süre ticaret odaklı yürümekteydi. Elbette 19. yüzyıldaki Osmanlı-Amerikan ticari ilişkilerinin her iki taraf için de aynı şekilde avantaj sağladığını söylemek mümkün değildir. 1830 anlaşması özü itibarıyla bir kapitülasyon düzenlemesi olduğundan Amerikalı tacirlere önemli ayrıcalıklar tanımaktaydı. Kaldı ki, o tarihlerde Osmanlı Devleti’nde okyanus aşırı ticaret yapabilecek kapasitede bir tüccar sınıfı bulunmadığından, zaten Osmanlının ürettiği malları dahi satın alıp ABD’deki ya da dünyanın başka yerlerindeki pazarlara taşıyanlar yine Amerikalılardı.
 
Kapitülasyonların kaldırılmasıyla, Türkiye’deki Amerikan yatırımlarında ve iki ülke arasındaki ticaret hacminde nisbi bir düşüş olsa da, bilhassa 1929’daki ticaret anlaşmasıyla birlikte bu alanda tekrar tedrici bir yükseliş görüldü. Soğuk Savaş başlayana kadar da, dünya savaşı gibi olağanüstü bir dönem hariç, ticaret ikili ilişkilerin omurgasını oluşturmayı sürdürdü.
 
1940’ların ikinci yarısıyla birlikte Türk-Amerikan ilişkilerinin tabiatında köklü bir değişiklik yaşandı. ABD ile SSCB arasında başlayan küresel çaplı ideolojik mücadele esnasında, ABD dünyanın birçok yerindeki ülkelere olduğu gibi Türkiye’ye de strateji ve güvenlik merceğiyle bakmaya başladı. Türkiye ile yapılan ticaret devam etmekle, hatta artmakla birlikte, Türkiye’nin jeopolitik konumu, NATO stratejilerinde Türkiye’ye verilen roller, Türkiye’nin ABD’nin Orta Doğu siyaseti için ne anlam ifade ettiği gibi hususlar Washington’un Türkiye’ye dair yaklaşımını belirlemesinde temel öncelikler hâline geldi.
 
Kabul etmeliyiz ki, söz konusu dönemde -birkaç istisnai durum hariç- Ankara da, ABD açısından önemini ekseriyetle kendi stratejik özellikleri ve ABD’nin SSCB’ye karşı politikasının başarısı için ne kadar vazgeçilmez bir ülke olduğu argümanı üzerinden tanımlamayı sevdi. Bunu en net olarak silah ambargosunun kaldırılması için 1975-1978 döneminde iki taraf arasında yapılan resmî görüşmelere bakınca görmekteyiz. Türk tarafı mütemadiyen, silah ambargosunun Türkiye’den çok ABD çıkarlarına zarar verdiğini, NATO’nun güneydoğu kanadını zayıflattığını, İttifak’ın bu yüzden SSCB karşısında gerilediğini savunmuştur. Belki de, silah ambargosunun kalkması için dile getirilebilecek en akılcı gerekçeler bunlar olduğu için böyle hareket edilmiştir. Ekonomik ilişkiler konusu ise, neredeyse sadece ABD’nin Türkiye’ye ne kadar mali yardım yapacağına indirgenmiştir. Kadük olan 1976 ve 12 Eylül’den sonra yürürlüğe giren 1980 Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşmalarının (SEİA) müzakere süreçlerinde ve muhtevalarında da bu gerçekle karşılaşırız.
 
Soğuk Savaş yıllarının kendi şartları dikkate alındığında, ilişkinin odağında strateji ve güvenliğin olması olağan karşılanabilir. 1990’lardan itibaren iki kutuplu didişmenin sona ermesiyle birlikte, Batı Avrupa ve Uzak Doğu ülkeleri başta olmak üzere dünyanın birçok yeriyle ABD arasındaki ilişkilerde askerî ilişkilerin yavaş yavaş dozunun azalmasına şahit olduk. Ticari ve ekonomik ilişkiler askerî boyutun önüne geçti. Fakat Türk-Amerikan ilişkilerinde aynı değişim yaşanmadı. Türk hükûmetlerinin müteaddit teşebbüslerine rağmen, ABD tarafı ikili ticaretin hacmini artırabilecek -aslında çok basit ve başka ülkelere cömertçe uygulanan- bazı düzenlemeleri yapmadığı gibi, Türk mallarının ABD’ye girişini zorlaştıran engelleri dahi azaltmadı.
 
Türkiye’nin komşu olduğu Balkanlar, Kafkasya ve Orta Doğu’da yaşananlar sebebiyle Türk-Amerikan ilişkileri Soğuk Savaşın bitimini takip eden yaklaşık 30 yıl boyunca da ağırlıklı olarak stratejik bir tabiata sahip olmayı sürdürdü. ABD Türkiye’yi, müttefik, stratejik ortak, model ortak vs. şekillerinde tanımladı da, hiçbir zaman bir ticari ortak olarak nitelendirmedi.
 
İster istemez bu durum, Washington’ın ve Ankara’daki asli muhataplarının kim olacağını da etkiledi. Washington uzun yıllar boyunca olduğu gibi, 1990’lardan sonra da yine uzunca bir süre Türkiye’de orduyu esas ortağı olarak görerek, sivil irade yerine, askerî bürokrasiyle kalıcı ilişkiler kurmayı tercih etti. Bu ise temelde ABD’nin Avrupa ve Orta Doğu komutanlıkları üzerinden kurgulandı. Ticari ilişkiler Washington için kayda değer bir husus hâline bir türlü gelemedi.
 
15 Temmuz darbe girişimi sırasında ve sonrasında, Türk-Amerikan ilişkilerinin omurgasını oluşturan bu ilişki biçiminin nasıl sonuçlara yol açabileceğini gördük. Türkiye, Donald Trump’ın Başkan olmasından sonra bir kez daha ikili ilişkilerin daha çağdaş bir tabiata bürünmesi için teşebbüslerini sıkılaştırdı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçen hafta Amerikan iş adamlarıyla bir araya gelişinde verdiği mesajları da bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Şayet Türk-Amerikan ilişkilerinin ana eksenini ticaret, ekonomik iş birliği, ortaklıklar vb. konular oluşturmaya başlarsa, Türkiye’nin ne denli önemli bir iş ortağı olduğunu bilen Amerikalı iş adamlarının kendi kamuoylarına ve karar verme mekanizmalarına Türkiye konusunda vereceği mesajlar son derece olumlu bir mahiyet alacaktır.