Türk dış politikasının esasları – 2 (26.08.2018) Türkiye Gazetesi

Geçen haftaki yazımda Türk dış politikasının temel belirleyenlerinin yapısal ve dönemsel olarak ikiye ayrılabileceğini ifade edip, yapısal unsurlardan bahsetmiştim. İki hafta boyunca da dönemsel unsurlara değineceğim.
Türk dış politikasının dönemsel unsurları, yapısal unsurların çizdiği çerçeve varlığını sürdürmekle birlikte, belli bir zaman diliminde küresel, bölgesel ve ulusal seviyedeki gelişmelere bağlı olarak değişiklik gösteren unsurlardır. Bunlara konjonktürel unsurlar da denir.
Dış politikamızı dönemlere ayırmak hem kolay hem zor bir iştir. Şayet uluslararası alandaki gelişmeleri kerteriz alırsanız ve küresel güçlerin birbirleriyle olan ilişkilerinin tüm uluslararası sistemi etkileyen sonuçlarını göz önünde bulundurursanız kolaydır. Mesela, İkinci Dünya Savaşı ya da Soğuk Savaş yıllarını birer dönem olarak kabul eder, Türk dış politikasının önceliklerini ona göre değerlendirirsiniz. Zor olan, hem uluslararası alanı hem de iç dinamikleri dikkate alarak yapılacak dönemlemedir. Mesela, ikisi de Soğuk Savaş yıllarında bulunmakla birlikte, 1950-1964 arasındaki dış politikamızın özellikleri ile 1964-1980 döneminin özellikleri birbirlerinden farklıdır. En zor olanı da, hem dışarıyı hem içeriyi göz önünde bulundurarak yapılandır. Türk dış politikasını 1923’ten bugüne altı ana döneme ayırarak incelememiz mümkündür. Elbette, farklı dönemleme önerileri olacaktır. İlk yazıda olduğu gibi o konudaki önerilerinizi de elektronik postama bekliyorum.
Bunlar; 1-Atatürk Dönemi (1923-1938), 2-İkinci Dünya Savaşı Dönemi (1939-1945), 3-Batıcı Dış Politika Dönemi (1946-1964), 4-Denge Arayışları (1965-1987), 5-Değişen Dünyada Yeniden Konumlanma Çabaları (1988-2001), 6-Stratejik Çok Yönlülük Dönemi (2002-Bugün).
Birinci dönemde hedef yeni kurulan Cumhuriyetin istikrarını, toprak bütünlüğünü ve sınırların güvenliğini temin etmekti. Atatürk eski düşmanlar da dâhil olmak üzere, komşular ve büyük güçlerle barış içinde olmayı bir dış politika önceliği olarak belirlemişti. Ekseriyetle denge politikası takip etmekle birlikte, bunun pasif bir tutum olduğu söylenemez. Devletlerin birbirleriyle ihtilaflarını Türkiye’nin lehine çevirecek çoğu girişimi doğru zamanda yapmış ve bu sayede önemli kazanımlar elde etmişti. Lozan Boğazlar Sözleşmesi’nin lağvedilerek yerine Montrö’nün yapılması, Hatay’ın Türkiye’ye iltihakı gibi konular buna örnek olarak verilebilir. Diğer yandan, şüphe götürmeyecek şekilde Misak-ı Millî sınırları içinde olan Musul Vilayeti’nin 1926’da Britanya mandası altındaki Irak’a bırakılması ise dönemin süper gücüyle yeniden bir çatışmaya girmekten çekinmesinin göstergesidir. 1925’te Doğu Anadolu’da başlayan ayaklanmanın bastırılması –devletin bekası açısından- Musul’un alınmasından daha önemli görülmüştür. Atatürk dönemi dış politikasının diğer bir özelliği ise gerektiği zaman başka devletlerle ittifaklara girilmesidir. İtalyan yayılmacılığına karşı 1934’te Balkan devletleriyle pakt kurulması ya da güney sınırlarının yerel ve bölgesel tehditlere karşı güvenliğinin temini için 1937’de Sadabat Paktı’nın yapılması böylesi örneklerdir.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Türk dış politikasına yön verenlerin birincil amacı ülkeyi savaş dışında tutmaktı. Türkiye ne ekonomik ne de askerî olarak Almanya ve İtalya ile kapışacak durumdaydı. Ankara’nın en büyük endişesi ise Moskova’nın muhtemel fırsatçılığıydı. Türkiye, Britanya’nın tüm baskılarına ve 1939 tarihli Türkiye-Britanya-Fransa ittifakının hükümlerine rağmen çeşitli hukuki ve siyasi gerekçelerle savaş dışında kalabildi. Uzunca bir süre hem Almanya’yla ticaretini sürdürdü hem de Britanya üzerinden Amerikan askerî yardımı aldı. Türkiye, 1945 başında Almanya ve Japonya’ya savaş ilan etmesine rağmen fiilen savaşın dışında kaldı. Böylece hedefine ulaşmış oldu. Fakat savaş sırasındaki tutumu ABD, Britanya ve SSCB’de memnuniyetsizliğe sebep olmuştu. SSCB Boğazların kontrolünün kendisine verilmesini istiyor, ABD ve Britanya da onu haklı görüyorlardı.
Dış politikamızdaki üçüncü dönem savaşın bitimiyle başlar. 1946’dan itibaren ABD ve SSCB birbirleriyle derin ihtilaflar yaşamasalardı, belki Doğu Avrupa ülkeleri gibi Türkiye de SSCB’nin doğrudan hedefi hâline gelecekti. Soğuk Savaş’ın başlaması, benzersiz jeopolitik konumu itibarıyla rakibe kaptırılmaması gereken bir ülke olan Türkiye’yi ABD için vazgeçilmez kıldı. Ankara bu durumun farkındaydı. Fırsatı değerlendirdi. Uluslararası siyaset Doğu ve Batı kamplarına ayrılırken, Türkiye Batı ile bir arada olmayı tercih etti. Eş zamanlı olarak çok partili hayata geçiş yapıldı. Bir kaç küçük anlaşmazlığa rağmen 1964’e kadar Türkiye tüm dış politika önceliklerini ABD’ninkilerle eşleştirdi. Batı’ya ekonomik ve askerî bağımlılık arttıkça, Türk dış politikasının hedefleri Vaşington’a endekslendi. Soğuk Savaş’ta yumuşama döneminin başlaması ve Kıbrıs meselesi yeni bir dönemin kapısını aralayacaktır…