ABD ile yaşamakta olduğumuz problemlerin dönemsel olmadığına ve giderek kronikleştiğine dair emareler var. George Bush’un 2001’de Başkan olmasıyla ikili ilişkilerimizde belirginleşen çalkantılar, kısa süreli durağanlık dönemleri istisna tutulursa, süreklilik arz eden bir mahiyet kazandı. Obama’nın başkanlığının ilk birkaç yılı hariç Ankara-Washington ilişkileri çok derin yaralar aldı. Bu yaraların en büyüğü hiç şüphesiz 15 Temmuz FETÖ darbe girişimidir. ABD, bazı devlet görevlilerinin ve Amerikan vatandaşlarının bu girişimdeki rollerini hâlen tatminkâr şekilde izah edebilmiş değildir; FETÖ elebaşının neden kendi ülkesinde barındırıldığını izah edemediği gibi.
Trump’la birlikte Türk-Amerikan ilişkilerinde yeni bir sayfanın açılacağını umanlar oldu. Bu umudu taşımayanlar bile temenni mahiyetinde cümleler sarf ettiler. Obama yönetimini teslim alan Türkiye karşıtı bürokrasinin yönetimden uzaklaştırılmasıyla, Trump döneminde müşterek menfaate dayalı, ‘kazan-kazan’ anlayışının hâkim olduğu yeni bir ilişki modelinin oluşturulabileceği beklentisi yaygındı.
Trump 20 aydır Başkanlık koltuğunda oturuyor. Ankara’nın beklentileri karşılanmadığı gibi, çözüme kavuşmayan problemlere her geçen gün -kimi suni kimi hakiki- yenileri ekleniyor.
Evvela, Trump’ın henüz dış politikasını tam oluşturamadığını, kendisine biraz zaman tanınması gerektiğini, Türkiye ile ilişkileri düzeltmek için mutlaka adım atacağını söyleyenler oldu.
Aradan zaman geçip de, ilişkiler bilhassa PKK-YPG sebebiyle daha da gerilince bu kez, Trump’ın başkanlık koltuğunda oturmasına rağmen, asker ve sivil bürokrasinin ağırlıklı bölümünün Obama döneminin uygulamalarını devam ettirdiği yorumları artmaya başladı. Bu yorumlara göre, Trump zaman içinde dış ve güvenlik bürokrasisi üzerinde hâkimiyet kurdukça, Türkiye’yi hedef alan hasmane tutum da yumuşayacaktı.
Biraz daha zaman geçti. FETÖ ve Suriye sorunlarının yanına, Türk vatandaşlarına karşı ABD’de davalar açılması, Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak tanınması, S-400/F-35 meseleleri teker teker eklendi. Ve papaz meselesi, bizzat ABD yönetimi tarafından derinleştirilerek, bugüne kadar Türkiye’ye karşı hiçbir ülkenin yapmaya kalkışmadığı bir densizliğin gerekçesine dönüştürüldü. ABD Hazine Bakanlığı, İçişleri ve Adalet Bakanlarımıza yaptırım uygulama kararı aldı.
Süleyman Soylu ve Abdülhamid Gül hem siyasette hem de devlet idaresinde başarılı, bu ülkenin öz kaynaklarıyla yetiştirilmiş, millîliklerinden zerre şüphe duyulmayacak iki çalışkan ve yiğit insandır. Birçok üstün vasıfları olmakla birlikte bu iki kahraman Anadolu evladının FETÖ ve PKK’yla mücadelede nasıl özveriyle çalıştıklarına, hangi büyük başarıların altına imza attıklarına milletimiz şahittir. Öyle olduğu için de, onları hedef alan bu cüretkârlığın aslında Türkiye’nin ihanet şebekeleriyle mücadelesini sekteye uğratmaya matuf planlı bir teşebbüs olduğu aşikârdır. İki isim de kasten hedef alınmıştır.
Şimdi de, aslında ABD yönetiminin bir bölümünün bu saldırganlığı tasvip etmediğini, papaz meselesinin yaklaşan ara seçimler sebebiyle gündemde tutulduğunu, Trump’ın pek de istemeden, sırf iç siyasi mülahazalarla, Başkan Yardımcısı Pence’in öncülüğünü yaptığı Türkiye karşıtı gruplara göz kırpmak zorunda kaldığını, biraz vakit geçtikten sonra iki ülke arasındaki soğukluğu gidermek için olumlu adımlar atacağını düşünenler var.
Yazımın başındaki cümleye geri dönüyorum. Türk-Amerikan ilişkilerindeki problemler kronikleşiyor. ABD tarafı ilişkilerdeki hiçbir esaslı meselenin çözümü için adım atmıyor. Bunun yaklaşmakta olan ara seçimlerle ilgisi sınırlı. Kaldı ki, o seçim bitecek, 2020 Başkanlık Seçimi için yarış başlayacak. Üstelik önümüzdeki aylarda, İran’a yaptırımlar konusunun problemler zincirine yeni bir halka olarak eklenmesi ihtimali yüksek.
Bu noktada, ABD sosyolojik ve siyasi yapısındaki büyük dönüşümü iyi tahlil etmenin ne kadar büyük bir gereklilik olduğu bir kez daha ortaya çıkıyor. Yeni Muhafazakârlar Bush döneminde elde ettikleri ve Obama iktidarında bir ölçüde korudukları pozisyonlarını Trump’la birlikte iyice tahkim ettiler. ABD siyasetinde kiliselerin etkisi hep vardı. Ama dinî grupların yönetime bu kadar yön verdiği bir başka dönem yaşanmadı. Evanjelistler, ‘Yeni Amerika’da siyaseti sadece perde gerisinden yönlendirmiyorlar, bu gruplara bizzat mensup olanların yönetici makamlara gelmelerini temin ediyorlar. ABD siyasi retoriği dönüşüm geçiriyor. Klasik Amerikalı siyasetçi profili değişiyor. ABD’nin millî menfaat tanımlarına bu grupların öncelikleri egemen oluyor. Bu gidişatı ancak ABD’nin kendi iç siyasi mekanizmaları yavaşlatabilir.