Eylül 2002’de dönemin ABD Başkanı George W. Bush, daha sonra kendi adıyla anılacak doktrinini açıkladığında 11 Eylül terör saldırılarının üzerinden sadece bir yıl geçmişti. O tarihte ABD’nin bu terör eylemlerine karşı kendisini güvence altına alma hakkı olduğu yönünde dünyada genel bir kanaat mevcut olduğundan, Bush Doktrini’nin arkasından nelerin gelebileceğini ilk anda pek sorgulayan olmamıştı. Fakat Başkan Bush, 2003’te Irak’a karşı askerî harekât başlattığında, dünyanın her yerinde bu eylemi destekleyen ve desteklemeyen hükûmetler arasında bir bloklaşma yaşandı. Irak harekâtıyla eş zamanlı olarak Bush Doktrini’nin aslında ne anlama geldiğini yorumlayan ve büyük oranda bunu uluslararası düzene tehdit olarak gören değerlendirmelerde bir artış gözlendi.
Bu gelişmelerin üzerinden neredeyse 15 yıl geçmiş olmasına rağmen Bush Doktrini denildiğinde hâlâ ilk aklımıza gelen kavram “ön alıcı saldırı” (pre-emptive strike). Hatta doktrinin tamamen bu kavram etrafında döndüğünü, 2002 yılındaki ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi’nde yer alan diğer tüm ifadelerin “ön alıcı saldırıyı” meşrulaştırmak için yazılmış olduğunu düşünen uluslararası ilişkiler uzmanları var. Halbuki, Bush Doktrini’nin iki önemli bacağı daha vardı: “Amerikan istisnacılığı” ve “tek kutupluluk”…
Amerikan istisnacılığı, dünyadaki tüm ülkeleri bağlayan uluslararası hukuk kurallarının bazen ABD için geçerli olmayabileceğini savunuyordu. Bu anlayışa göre, dünyamızda iyilik güçleri ile “şer güçler” arasında bir mücadele sürmekteydi. ABD iyilik güçlerinin mensubu ve “lideri” olarak, “şer eksenine” karşı yürütülen mücadelede ne yaparsa yapsın, sonuç “hayırlı” olacağı için mazur görülebilirdi. İşkencehaneye dönen Ebu Gureyb Cezaevi bu düşüncenin somut ürünüdür. CIA uçakları, Guantanamo’daki insanlık dışı sorgu teknikleri, masa üstünde üretilen ve Irak’ın Kitle İmha Silahı ürettiğini gösteren sözde deliller, Beyaz Saray bünyesinde kurulan yalan haber üretme merkezleri, ABD’nin 1972 tarihli Anti-Balistik Füze Antlaşması ile Biyolojik ve Kimyasal silahlar sözleşmelerinden imzalarını çekmesi ve bunlar gibi sayısız örnek ‘Amerikan istisnacılığı’nın kara sayfalarını oluşturuyor.
Bush Doktrini’nin üçüncü bacağı olan tek kutupluluk ise ABD’nin dünyanın en büyük askerî ve ekonomik gücü olarak başka hiç kimsenin desteğine ihtiyaç duymadan, kendi çıkarları doğrultusunda hareket edebileceği iddiasındaydı. Bush’a göre, “BM’ye ihtiyacın olup olmadığı” bile araştırılmalıydı; “devletler ya ABD’den yanaydılar ya da ona karşı”; ABD’yle, onun istediği gibi iş birliği yapmak isteyenlere kapı her zaman açıktı ama Washington yönetimi yanında kimse olmasa bile “kendi belirlediği hedeflere ulaşmak için tek başına adım atacaktı.”
Uluslararası alanda “egemen devletlerin eşitliği” kaidesine dayanan BM düzenini anlamsızlaştıran, güya modern uluslararası ilişkilerin çıkış noktası olan Vestefalya sistemini gerçek anlamda tarihe gömen Bush Doktrini’nin gerçek mimarları Yeni Muhafazakârlardı.
Amerikan Yeni Sağı olarak da adlandırılan Yeni Muhafazakârlar, her ne kadar kurucuları arasında Marksist bakış açısını benimsemiş düşünürler olsa da, esas itibariyle aşırı muhafazakâr, korumacı (iktisadi anlamda), militarist ve Evanjelist bir kitleden mürekkeptir. ABD askerî-sınai yapıları, enerji, çimento, otomotiv ve çelik sektörleri başta olmak üzere iş dünyasının bir bölümü bu düşüncenin iktidar olmasından fayda bekler.
Evanjelistler ise -çok geniş bir yelpazeye yayılmış olsalar da- esas olarak Hıristiyan-Yahudi medeniyetinin “şer” karşısında yürüttüğü varoluş mücadelesinin, Armageddon savaşıyla noktalanacağına, “İsa Mesih’in o zaman yeryüzüne ineceğine ve Rabbin krallığının kurulacağına” inanırlar. Düz mantıkla, “Rabbin Krallığının” kurulabilmesi için Armageddon savaşının yapılması gereklidir. Bu savaş “Deccal” ile yapılacağına göre, evvela bir “Deccal” bulup, sonra “Kıyameti çağırmak” gerekir!
İşte bundan dolayı, Amerikan Yeni Muhafazakârları her daim bir “Deccal” arayışı içindedirler. El-Kaide olmayınca Saddam, onun işi bitince DEAŞ, o da fonksiyonsuz kalınca İran’ın “şer merkezi” olarak tekrar tekrar takdim edilmesinin arkasındaki ideolojik sebep budur.
Pek tabii, Başkan Trump’ın İran’la nükleer anlaşmadan çekilmesi, kendisinin de ifade ettiği gibi en çok İsrail’i memnun etmiştir. Elbette, İran ile güven bunalımı 1979’dan bu yana yaşanmaktadır. Ama günümüzde Trump’ın Bush Doktrini’nin yeni versiyonunu piyasaya sürmesinin arkasındaki en önemli sebep, Bush dönemindeki ABD’nin dünyaya ideolojik pencereden bakışının, yavaş yavaş Trump’ın başkanlığında da kendisini göstermeye başlamasıdır. İktidara geldiği günden bu yana doğru dürüst bir dış politika ve güvenlik ekibi kuramayan Trump, Amerikan Yeni Sağı’nın daha evvelki dönemlerdeki eylem ve söylemleriyle tanınan bazı isimlerinin yönlendirmesi altında kalmaya başlamıştır. Bazıları, Trump’ın zaten en başından beri bu kitlenin bir projesi olduğunu da dile getiriyorlar. Baştan ya da sonradan olması sonucu değiştirmiyor, Neoconlar geri geliyor!
Dünyanın her yerindeki Müslümanların, yaklaşmakta olan mübarek ramazan ayını huzur içinde geçirmelerini dilerim…