Dış politikanın tabiatı (08.10.2017) Türkiye Gazetesi

Bir işletmenin kalitesinin, internet sitesinin ne kadar hızlı olduğuyla ölçüldüğü bir dönemde yaşıyoruz. Aldığımız cep telefonunun henüz camı bile çizilmemişken yeni bir versiyonu çıkıyor. Her altı ayda bir şeyleri, “güncellemekten”, “yenilemekten”, “dönüştürmekten”, “yükseltmekten” söz ediyoruz. İçinde yaşadığımız bu çağın kendine ait kodları var. Ekonomide, eğitimde, siyasette ve sosyo-kültürel ilişkilerde -istesek de istemesek de- bu kodların etkisini hissediyoruz. Her alan gibi dış politika ve diplomasi de bu olağanüstü hızdan, değişkenlikten, dinamizmden nasibini alıyor.

Yanlış anlamalara mahal vermeyelim. Sanki devletlerin dış politika stratejileri ve bu stratejilere bağlı iş birliği, rekabet, ittifak ilişkileri daha önceki dönemlere hep sabit ve tekdüzeymiş de, küreselleşme döneminde yeni bir şekil almış değil. Eskiden daha yavaş cereyan eden hadiseleri şimdi daha hızlı yaşıyoruz. Yoksa, önce de, şimdi de dış politikada esas olan millî menfaatlerden ibaret. Her şey gibi dış politikanın dinamizmi de arttı.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Tahran’da İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’yle görüşmesi ve Irak’ın toprak bütünlüğüne dair iki devletin mutabakatının altının çizilmesi dolayısıyla yazıyorum bunları. Bazı yorumlarda deniliyor ki;  “Efendim Suriye konusunda birbirlerine taban tabana zıt politikalar takip eden iki devlet nasıl olur da Irak konusunda iş birliği yapabilirmiş?” Veyahut, “Türkiye ABD’nin müttefikiyken, bu devletin diplomatik ilişki bile kurmadığı İran’la nasıl olur da ittifakvari bir ilişki kurabilirmiş?” Bu sözlere diplomasi tarihini bilen hiç kimse itibar etmemeli. Maalesef dış politika hakkında sadece konunun uzmanları söz söylemiyor ki. Dün bir futbol karşılaşması hakkında yorumlarını dinlediğimiz zat-ı muhterem, bugün dış politika konuşuyor, yarın muhtemelen “Sibirya üzerinden gelip Trakya’yı etkisi altına alan soğuk ve yağışlı hava” üzerine ahkam kesecek. Biz de tebessüm edip geçeceğiz.

İki veya daha fazla devletin birbirleriyle ilişkilerinin her alanında yüzde yüz bir mutabakat içinde olmaları nadirattandır. Kural, birbirleriyle çatışma hâlinde olmayan tarafların, bazı alanlarda ihtilaf içinde olsalar da, başka konularda iş birliği yapabilecekleridir. Nitekim günümüzde, Rusya-ABD, Almanya-ABD, Çin-Rusya ilişkilerinde bu türden örneklere sıklıkla rastlanmaktadır.

Türkiye ve İran’ın Güneydoğu Asya coğrafyasında, Kafkasya’dan Orta Asya’ya oradan Orta Doğu’ya uzanan çok geniş bir alanda yüzyıllardır rekabet hâlinde olduğu açıktır. Osmanlı ile İran hanedanları arasında 1514’ten 1823’e kadar fasılalarla çok sayıda savaş yaşanmıştır. Ama neredeyse iki yüz yıldır da iki devlet arasında barış olduğu açıktır. Söz konusu barış döneminde, rekabet hiçbir zaman ortadan kalkmamakla birlikte, iki devletin Sadabad Paktı ve Bağdat Paktı gibi güvenlik  öncelikli oluşumlarda, RCD, D-8, ECO gibi ekonomi ve ticaret merkezli örgütlerde iş birliği içinde bulundukları da görülmektedir. Kaldı ki, yeri geldikçe her iki ülkenin çıkarlarını ilgilendiren konularda uluslararası alanda müşterek tavır takınmayı da tercih etmişlerdir. 2003’te Saddam Hüseyin’in devrilmesinden sonra Türkiye ve İran’ın, “Irak’ın Komşuları” platformunda bu ülkenin toprak bütünlüğü için görüş birliği sergilemelerinin üzerinden de çok zaman geçmedi. Bugün ortaya konulan Irak’ın bütünlüğünün korunması mutabakatı da, daha önceki siyasetin bir uzantısı olarak yorumlanabilir. Bu mutabakata ulaşırken, iki devlet farklı saiklerle hareket edebilirler. Ama neticede, Irak’ın bölünmesine ve bölgede yeni bir bağımsız devlet kurulmasına ikisinin de karşı olması bu ortak tutumu doğurmuştur.

Bugün Suriye-Irak coğrafyasında varlık gösteren küresel, bölgesel ve yerel aktörlerin hedeflerinde ve niteliklerinde ortaya çıkabilecek değişiklikler, tabii olarak Türkiye ve İran’ın bugünkü mutabakatına farklı boyutlar kazandırabilir. Hızla oluşan işbirlikleri yerini hızla rekabete bırakabilir. Dolayısıyla, Türkiye ve İran arasında bilhassa Irak’ın toprak bütünlüğünün devamı için elan varılan mutabakatın daha kurumsal bir yapıya dönüştürülmesi düşünülebilir.

Yıllar önce dile getirdiğim “Yeni Sadabad Paktı” önerimi tekrarlama ihtiyacı hasıl oldu. Şayet Türkiye, İran ve Irak, sınırların değişmezliği, terörle ortak mücadele ve karşılıklı olarak toprak bütünlüğüne saygı konusunda tam bir anlayış birlikteliği içindeyseler, bunu çok taraflı bir anlaşmayla kalıcı hâle getirebilirler. Malum 1937 tarihli Sadabad Paktı’nın asıl gayesi de buydu. Anlaşmanın metnini okuduğunuzda, pakta imza atan devletlerin toprak bütünlüğü ve sınır ötesi silahlı terör unsurlarının faaliyetleri konusundaki hassasiyetlerini apaçık görürsünüz.