Uluslararası ilişkiler uzmanları dünyadaki tek hiper gücün ABD olduğunu söylerler. En azından şimdilik. Mevcut şartlar değişmediği takdirde Çin’in ekonomik açıdan ABD’yi yakalayıp geçmesi için 15 yıl gerekiyor. Fakat aynı durum askerî güç açısından geçerli değil. Beijing’in Washington’la askerî alanda boy ölçüşebilmesi için daha en az 30 yıl var. Bunun farkında olan Çin yönetimi, ABD’yi doğrudan karşısına alacak hiçbir adım atmıyor. Ne Orta Doğu işlerine karışıyor, ne de ABD’nin doğrudan tehdit algılayabileceği uzun menzilli balistik füze denemelerine girişiyor. Evet, Beijing Kuzey Kore’yi destekliyor ama Pyongyang’ın tamamen kontrolden çıkmasına da izin vermiyor.
Beyaz Ev’de dördüncü ayını tamamlayan Donald Trump’ın dış politikasında net olan tek unsur Çin’in frenlenmesi. Çin dışındaki hiçbir konuda Trump’ın tam olarak neyi hedeflediği, ülkesinin çıkarları için hangi dış politika araçlarını kullanacağını bugüne kadar anlayabilmiş değiliz.
Suriye’de terör örgütü YPG’ye ağır silahlar veren Trump, DEAŞ sonrası Suriye’de nasıl bir siyasi tabloyu gerçekleştirmek istediği hakkında birbiriyle çelişen ifadeler kullanıyor. Rejime silahlı saldırıda bulunuyor ama Suriye muhaliflerinin alanda daha etkili olmasına yeşil ışık yakmıyor. Büyük çoğunluğunu Arapların oluşturduğu Rakka’ya YPG’nin girmesini teşvik ederek neyi murat ettiğini anlamak zor.
Göreve gelir gelmez Tahran yönetimini hedef alan çok sert ifadeler kullanan Trump, bugünlerde Körfez’deki Arap ülkelerinin ittifak kurarak İran’ı etkisizleştirmesini sağlamaya çalışıyor. İşin ilginç tarafı, Obama döneminde İran’la mücadele maksadıyla 80 milyar dolarlık silahı ABD’den alan Suudi Arabistan bile, ABD’nin başında Trump varken İran’la çatışmaya can atmıyor.
Trump ABD’nin İsrail büyükelçiliğini Kudüs’e taşımaktan söz ederken, iki devletli çözümden yana olduğunu da söyleyebiliyor.
ABD Başkanı’nın Avrupa Birliği ülkeleriyle nasıl bir ilişki kurmak istediğini de anlayabilmiş değiliz. Trump, tıpkı Çin’le olduğu gibi, AB ile ticaretin de ABD’nin aleyhine olduğunu defalarca söyledi. Almanya Başbakanı’nın Washington ziyareti sırasında maruz kaldığı muamelenin gerisinde de, Trump’ın genel olarak AB’den hazzetmemesinin olduğu yorumları yapıldı. Ama Trump’ın henüz retoriğin ötesine geçip müşahhas bir AB politikası belirlediğini göremedik.
Rusya’ya yaklaşımı da birçok belirsizlik içeriyor. Başkan olmadan önce -tam bir iş adamı tavrı içinde- Rusya ile ilişkilerde herhangi bir çekincesi olmadığını, ABD’nin çıkarlarına hizmet ettiği sürece Rusya’yla yakın bir ilişki kurabileceğini ifade etmişti. Kendisinin ve ekibinin Ruslarla yakın ilişkileri ortaya çıkıp da iç siyasette çalkantılara sebep olunca, Moskova’yla araya mesafe koymaya çalıştı. Bugün itibariyle Trump’ın Putin’i tehdit mi, ortak mı gördüğünü; Rusya-AB gerginliği hakkındaki tavrını; Suriye’de Rusya ile nasıl bir ilişki içinde olmak istediğini bilemiyoruz.
Bunlara ek olarak Trump’ın, ‘Meksika sınırına yapılacak duvar’ dışında Latin Amerika politikasının ne olduğu da, Obama’nın yakın ilgi gösterdiği Afrika hakkında ne düşündüğü de bugüne kadar belirginleşmedi.
Trump’ın dış politikasının bu kadar çok bilinmezle dolu olması herhâlde göreve gelmeden önce iyi hazırlık yapmamış olmasıyla açıklanamaz. Başkanlık koltuğuna oturduktan sonra geçen dört ay, hiç hazırlıklı olmasa bile, en azından kritik konularda net bir çizgi ortaya koyması için yeter de artar. O hâlde Trump’ın dış politikasızlığının daha önemli bir sebebi olmalı. Şu an iç siyasette karşı karşıya olduğu problemlerin üstesinden gelebilmek Trump’ın neredeyse tek hedefi hâline gelmiş durumda. Görünen o ki, hem Demokratlar hem de Cumhuriyetçiler içindeki muhalifler, Trump’ı yıpratmak için başlattıkları kampanyada frene basmayacaklar. Dolayısıyla Trump da, içeride boğuşurken dışarıdaki -varsa- hedeflerini ertelemeyi sürdürecek.