Angela Merkel’in 2005’te Almanya Federal Cumhuriyeti Başbakanı olmasından bu yana Türkiye-Almanya ilişkileri zaman zaman ciddi krizler yaşadı. 1982-1998 arasında başbakanlık görevini yürüten Helmuth Kohl’ün de Türkiye’ye bakışı sorunluydu. Onu takip eden Gerhard Schröder ise Türkiye’nin AB adaylığını desteklemiş ve evvelce hiç yaşanılmayan oranda bir Türkiye-Almanya yakınlaşmasının ortaya çıkmasını sağlamıştı. Merkel Schröder’in mirasını yavaş yavaş ortadan kaldırdığı gibi, Kohl döneminin de gerisine düşen bir tutum içine girdi.
Perşembe günü Almanya’da Türk kökenli vatandaşların düzenlediği bir toplantının son anda sudan gerekçelerle Alman makamları tarafından yasaklanması, Merkel döneminde yaşanan krizlerin son halkasını oluşturdu. Söz konusu toplantıya Adalet Bakanı Bekir Bozdağ ve Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekci de konuşmacı olarak katılacaklar, hem 15 Temmuz hain darbe girişimini anlatacak hem de Anayasa Referandumu süreciyle ilgili Almanya’da oy kullanacak vatandaşlarımızı aydınlatacaklardı.
Almanya’nın Türkiye “alerjisini”nin 3 temel sebebi olduğu görülüyor:
Birincisi sebep yapısal. Sanayi devrimi sonrasında yaygınlaşan ve tüm Alman devletlerinde kök salan sosyo-kültürel yapı bugün de değişik bir biçimiyle varlığını devam ettiriyor. Ülkenin kuzeyindeki en “özgürlükçü-liberal” kesimlerden daha güneydeki “muhafazakâr Hıristiyanlara” kadar Alman toplumunun genelinde maalesef bir “ötekileştirme” hastalığı var. Bunun tarihsel arka planında, 19. yüzyılda sayıları 50’yi bulan Alman devletlerinin tek bir Alman Reich’ı çatısı altında toplanması sırasında kullanılan metodlardan biri olan “Alman olmayanları ötekileştirme siyaseti” yatıyor. Gelişmişlik düzeyi, ekonomik durumu, mezhebi, siyasi geçmişi hatta konuştuğu Almanca birbirlerinden farklı olan bu devletlerin halklarında “biz” duygusu meydana getirmenin zorluğundan hareket edenler, kültürel milliyetçiliği, bütünleşmenin omurgası hâline getirirken “biz” olmayı “onlar” üzerinden tarife koyuldular. Bunun tabii neticesi, evvela II. Wilhelm’in emperyal ihtiraslarından, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra da kötü ekonomik şartlardan beslenen Alman milliyetçiliğinin ırkçı Nazizme dönüşmesi oldu.
İkinci Dünya Savaşından sonra Nazizmin Almanya siyasetinde kökü kazınmış olsa da, bu ideolojiyi doğuran sosyo-kültürel yapı hiçbir zaman tam olarak ortadan kalkmadı.
Ötekileştirme, Alman toplumunun güya mücadele ettiği ama bünyesinden söküp atamadığı bir illet olarak kalmaya devam etti.
1990’larda iki Almanya birleştikten sonra ve AB bütünleşmesi hız kazandığında, Almanlık ve Avrupalılık gibi kavramların geniş kitlelere benimsetilmesinde göçmenler ve özel olarak da Müslümanlar ötekileştirildi. Bu noktada Almanya’daki en kalabalık Müslüman toplum olan Türkler de bu ötekileştirmenin doğrudan hedefi hâline geldiler.
İkinci sebep siyasi. 2000’li yıllarda yabancı düşmanı, İslam karşıtı ve göçmen karşıtı akımlar -şu veya bu sebeplerle- Almanya’da güçlü bir toplumsal tabana dayanmaya başlayınca, sağdaki ve merkezdeki siyasi partiler seçimlerde başarılı olabilmek için bu toplum kesimlerinin oylarına yöneldi. Bu noktada tam bir kısır döngü ortaya çıktı. Geleneksel söylemlerinde net Müslüman veya Türkiye karşıtı ifadeler bulunmayan siyasi partilerin mensupları bile sıklıkla bu tür ifadeler kullanmaya başladılar. Bir süre sonra bu söylemlerin ayarı kaçtı. Her seçim döneminde, bir öncekinden bir seviye yukarı bir yabancı karşıtı söylem siyasi iklime hâkim olmaya başladı. Türkiye’yi hedef almak, Alman sağ siyasetçisinin fabrika ayarı hâline geldi.
Üçüncü sebep ekonomik. Almanya Orta Doğu, Balkanlar, Kafkasya, Karadeniz ve Akdeniz’in kesiştiği bir konumda Türkiye’nin ekonomik olarak güçlenmesinden rahatsızlık duyuyor. Türkiye’nin en önemli ticari ortağı olmakla birlikte, Berlin Türkiye ile bazı alanlarda rekabet yaşamaya başlamaktan memnun değil. İstanbul’a dünyanın en büyük havaalanlarından birinin kurulacak olmasının Almanya’yı nasıl rahatsız ettiğini son 5 yıldır net biçimde görüyoruz.
Birbirlerini besleyen bu üç sebep ortadan kalkmadıkça, Almanya’nın Türkiye “alerjisi” tam olarak bitmez.