İRAN NE İSTİYOR? (04.12.2016) Türkiye Gazetesi

Arap yarımadasının en güneyinde stratejik bir konumda bulunan Yemen’de Irak’tan farklı şartlarda ortaya çıkan iç savaş ve istikrarsızlık ortamı Irak’takine benzer bir sonuç doğurdu. 2010’da başlayan ‘Arap Baharı’ gelişmeleri sırasında Yemen’deki Şii Araplara silah ve mühimmat desteği veren ve ‘gönüllü’ savaşçılarını bu ülkeye de yollayan İran, ülkenin bir bölümünde güçlü bir nüfuza sahip olmayı başardı.ABD’nin 2003’te Irak’ı işgale başlamasından bu yana Orta Doğu’da çok şey değişti. Saddam Hüseyin’in lideri olduğu Irak Baas partisinin iktidardan düşmesinden sonra Sünni Araplar yabancılaştırıldı. Siyasetin, bürokrasinin ve ekonominin kilit noktalarından uzaklaştırılan Sünni Arapların bir bölümü ülke yönetimine taşınan Şii Araplarla silahlı bir mücadeleye giriştiler. Irak’ta 2003’ten bu yana devam eden iç karışıklıklarda yüz binlerce insan hayatını kaybederken, ortaya çıkan istikrarsızlık ve güvenlik boşluğu DAEŞ’in yeşerdiği bir zemini hazırladı. Tahran yönetimi çok yakın bir ilişki kurduğu Irak’taki Şii kesimler üzerindeki kontrolünü yıldan yıla artırdı. Bilhassa DAEŞ’in hâkimiyet ve nüfuz alanını genişletmesiyle birlikte, bu örgütle mücadele görüntüsü altında on binlerce İranlı savaşçı Irak topraklarına taşındı.

İran bölgenin batısında ise Hizbullah üzerinden gücünü artırdı. Lübnan’da İç Savaş sonrası ülkenin belini doğrultmasında en büyük paya sahip olan Başbakan Refik Hariri’nin 2005’te öldürülmesinden sonra yaşanan siyasi kaos İran destekli Hizbullah’ı ülkedeki en önemli siyasi ve silahlı güç hâline getirdi. Öyle ki, Hizbullah 2006’da İsrail’le savaşmayı dahi göze aldı.

Lübnan’dan Irak’a uzanan bölgede yer alan Suriye de, İran’ın bilinçli sızma politikasının muhatabı hâline geldi. Ülkede reform isteyenlere şiddeti körükleyerek karşılık veren Şam rejiminin en güçlü destekleyicilerinden biri Tahran oldu. DAEŞ’e karşı yürütülen mücadele için Suriye’de bulunduğunu iddia etse de, Tahran’dan yönlendirilen savaşçılar, Baas’la birlikte Suriye muhalefetini acımasızca hedef aldılar. Bugün de Halep’i kuşatanlar arasında azımsanmayacak sayıda İranlı devrim muhafızı var.

İran’ın bu dört ülkeye dair sistematik manevraları son 13 yıla sığdı. ABD Irak’ı bombaladı; İran kazandı. Rusya Suriyeli muhalifleri bombaladı; yine İran kazandı. İsrail Lübnan’ı bombaladı; kazanan İran oldu. Yemen’e atılan her Suudi bombası; İran’a yaradı.

ABD yönetimi İran’ın Arap coğrafyasına bu denli sızmasına sadece hayret verici bir şekilde sessiz kalmadı aynı zamanda -Suriye’de olduğu gibi- İran’ın önündeki mayınları temizledi. Amerikan işgal yılları sırasında Bağdat’ın anahtarları neredeyse altın tepsi içinde İran’la organik bağ içindeki Iraklı Şiilere sunuldu.

Orta Doğu’nun bölge dışı aktörlerin rahatlıkla at oynattıkları bir alan hâline gelmesi bölgenin istikrarsızlaşmasına nasıl yıllardır ivme kazandırdıysa, İran gibi bir bölgesel aktörün bu kadar etkin hâle gelmesi de söz konusu istikrarsızlığın kalıcılaşmasına yol açıyor. Gelişmeler bugün bölgede yaşanmakta olandan çok daha vahim bir mezhep çatışmasının fitilini ateşliyor.

Orta Doğu için tuhaf olan, Şiiliği saldırgan Fars milliyetçiliğini maskelemek için araçsallaştıran İran’ın bu taktiğinin Şii Araplar tarafından doğru biçimde okunamaması. Şii Araplar, İran’ın kendilerine sunduğu Şiilik üst kimliğinin bir aldatmacadan ibaret olduğunu fark ettiklerinde iş işten geçmiş olacak.

Çoğunluğunu Sünnilerin oluşturduğu Arap ülkelerinde Şiilerin baskı altında tutularak marjinalleştirilmeleri de, bu kesimlerin İran’ı bir kurtarıcı olarak görmelerine yol açıyor.

2003’ten bu yana Orta Doğu’da farklı bir süreç işlemiş olsaydı, Irak’ta Saddam sonrasında tüm kesimleri sistemin içinde tutabilen çoğulcu bir yönetim var edilebilseydi; Arap Baharının öncüleri başlangıçtaki hedeflerine ulaşabilselerdi, Suriye’de Baas 2010’da halkın önüne sandığı getirebilseydi, bugün ne DAEŞ’ten bahsediyor olurduk ne de İran’ın artan etkisinden.

‘Keşke’ler filmi geriye sarmaya yaramıyor elbet. Fakat bölgenin Osmanlı sonrasındaki 100 yıllık tarihinde bölge dışı aktörlerin etkisini, olduğunun yarısına bile indirebilseydik, bugünkünden çok farklı bir Orta Doğu tablosuyla karşı karşıya olacağımıza hiç şüphe yoktu…