İki hafta önceki yazımda, uluslararası öğrencilerin Türkiye açısından ne kadar önemli bir “yumuşak güç” imkânı sağladığından bahsetmiş ve bu alandaki rakiplerle daha etkin şekilde yarışabilmek için dünya ölçeğinde neler yapılabileceğine dair görüşlerimi paylaşmıştım. Son günlerde bazı üniversitelerimizdeki uluslararası öğrenciler hakkında kasıtlı olarak üretilen ve başta sosyal medya mecraları olmak üzere çeşitli vasıtalarla kamuoyuyla paylaşılan asılsız haberler, Türkiye’nin küresel yükselişinin irtifa kaybetmesini isteyen mahfillerin nasıl ince bir strateji takip etmekte olduklarını bir kez daha gözler önüne serdi.
Türkiye’de misafir ettiğimiz uluslararası öğrencilere karşı takınılan tavrın herhangi bir makul iç dinamikle izahı yoktur. Yoktur diyorum zira; Türk geleneğinde, töresinde ve tarihsel sosyolojisinde dışarıdan gelene kötü davranmak âdeti yoktur. Bu Türk’ün, tabiri caizse, “genetiğine” aykırıdır. Ne toplumsal reflekslerimizde ne de en az bin yıllık devlet tecrübemizde ırkçılığa varan yabancı düşmanlığı vardır. Ötekileştirmenin bir türü olan anti-semitizm Batı’nın bir hastalığıdır. Köklerini, Hıristiyan teolojisinin körüklediği Yahudilerin Hıristiyanların düşmanı olduğu dogmasından, millîleşme sırasında başkalarının mallarına çökerek millî sermaye oluşturma çabasından ve toplumda “biz” hissi var etmek için bir kısım halkın “ötekileştirilmesi” yönteminden alır. Çok şükür, bir iki küçük hadise dışında, bize bulaşmamıştır.
Bilhassa 1970’lerden sonra Batı Avrupa’da su yüzüne çıkmaya başlayan yabancı düşmanlığı da İkinci Dünya Savaşı sonrasında yasaklanan anti-semitizmin yerini almıştır. Bu kez ekonomik gerekçeleri ileri süren bazı siyasi hareketler “yabancıların ülkelerine geri dönmelerini” bir çözüm gibi kamuoylarına sunmaya başlamışlar, zaman zaman ırkçılık mertebesine çıkan söylemleri bulundukları ülkelerdeki “düşünce özgürlüğü” yasalarını istismar ederek serbestçe savunmaya girişmişlerdir. Neo-nazi örgütlenmeler hedef tahtasını önce Türkleri oturtmuştur. Avrupa istihbarat birimlerinin -şayet kendileri kontrol etmiyorlarsa- göz yumdukları bu ırkçı mahlukların ürünü Solingenlerdir, camilere yapılan saldırılardır, “dönerci cinayetleri” diye küçümsenmeye çalışılan seri katliamlardır.
11 Eylül sonrasında İslam düşmanlığına “mal bulmuş Batılı” gibi sarılan birçok Avrupalı sözde siyasi lider, oy devşirmenin bir aracı olarak Türk ve İslam düşmanlığını, bulaşık bir popülizm çirkefliği içinde politikalarının tek unsuru hâline getirmişlerdir. Avrupa Birliği’nin “çeşitlilik içinde birlik” yaklaşımının savunucusu olduklarını söyleyen bir avuç aklıselim sahibinin cılız sesleri, yükselen İslam düşmanlığını durduramamıştır. Aksine, bulaşıcı bir hastalık misali ırkçıların söylemleri, kendilerini siyasi yelpazenin merkezinde konumlandıran sağ ve sol partilere de sirayet etmiş neredeyse Avrupa siyasetinin doğalı hâline gelmiştir. Son 20 yıl içinde Afrika, Asya ve Orta Doğu ülkelerinden Avrupa’ya göç arttıkça, zaten tarihsel kökleri bulunan ırkçı, yabancı düşmanı ve İslam düşmanı söylemler zirveye tırmanmış, “yabancıları” hedef alan saldırılar artmıştır.
Avrupa’da bunlar yaşanırken ve maalesef Hollanda’da, Avusturya’da, Fransa’da, İtalya’da ve Almanya’da siyasi neticeye tahvil edilirken, Türkiye’deki başta Suriyeliler olmak üzere başka ülkelerden gelen düzensiz göçmenleri bahane ederek, bazı özel ve tüzel kişilerin benzeri bir söylem tutturmaları sürpriz değildir. Yukarıda dile getirdiğim tarihsel ve felsefi arka planın var olmadığı Türkiye’de, ırkçı ve yabancı düşmanı hareketlerin muayyen bir seviyenin üzerinde destekçi bulması mümkün olmamakla birlikte, bunların büyüklükleriyle ters orantılı asimetrik toplumsal etki doğurdukları bir vakıadır. Afrika’dan gelen öğrencilerin “hastalık taşıdıkları”, “petrol zengini Arap çocuklarının üniversitelerde kontenjanları doldurarak Türk öğrencilerin yüksek öğrenim görmelerine mâni oldukları”, “Suriyelilerin Türklerin işlerini çaldıkları”, “Afganlıların suça mütemayil oldukları”, “hapishanelerin adi suç işleyen yabancılarla tıka basa dolu olduğu”, “kendi içlerinde örgütlenen yabancı grupların potansiyel terörist oldukları” gibi türlü iddialarla halkın zihinlerini istismar etmek yolunda, iki üç yıl öncesine nazaran bir mesafe kaydettikleri aşikârdır…
Diğer yandan, yabancı düşmanlığının standart siyasi bir unsur hâline geldiği ülkelerde bile görülmediği şekilde, Türkiye’de “uluslararası öğrenci düşmanlığının körüklenmesi hamakatla değilse, ancak dışarıdan sevk ve idareyle izah edilebilir. Türk milletinin zenginleşmesi, refaha ermesi ve mutluluk seviyesinin artmasıyla Türkiye’nin dünyanın her yanında millî menfaat odaklı aktif bir dış politika izlemesi arasında doğrudan paralellik olduğunu herhangi bir Türk milliyetçisine anlatmaya kalkmak züldür. Vatanperver olduğunu söyleyen hiç kimse, 4-6 yıl eğitim gördükten sonra kendi halklarına hizmet etmek için ülkelerine dönmek üzere yola çıkmış 17-25 yaş grubundaki “uluslararası öğrencileri” tehdit olarak göremez.
Rahmetli Özal’ın başlattığı ve rahmetli Demirel’in sürdürdüğü, rahmetli Türkeş’in heyecanla kucakladığı Büyük Öğrenci Projesi’nin somut meyvelerinin toplanmaya başladığı bir dönemdeyiz.
İpe sapa gelmez iddialarla Türk milletinin uluslararası öğrencilere karşı kışkırtılmasını örgütleyenler de ortaya çıkan münferit hadiseleri, ileride olabilecek daha büyük “nefret dalgalarına” karine görüp avuçlarını ovuşturanlar da Türkiye’nin 350 bin öğrenciye ev sahipliği yapmasından büyük rahatsızlık duyan ve bu öğrencilerin mezun olduktan sonra ömür boyu Türkiye’ye dost birer gönüllü elçi olmalarını engellemeye çalışanlardır.
Milletimizin seciyesi ve ahlakı ırkçılığı ve yabancı düşmanlığını bünyesinde barındırmaya müsait olmadığı gibi, aklı ve iz’anı da uluslararası öğrencilerin Türkiye’nin geleceği açısından ne mana ifade ettiğini idrak edecek keyfiyettedir.